Hepsi korkuyor. Tıpkı bugün yüzlerce korumayla, kendine (en az) 1000 odalı bir saray yaptıran Recep Tayyip Erdoğan gibi Rafael Trujillo da korkuyordu
Hepsi korkuyor. Tıpkı bugün yüzlerce korumayla, kendine (en az) 1000 odalı bir saray yaptıran Recep Tayyip Erdoğan gibi Rafael Trujillo da korkuyordu
“Öldürme hakkımı kullandım.” Kayseri’de ayrı yaşadığı eşini balkondan girip bıçaklayarak öldüren Fatih Vanlı’nın ifadesinden bir cümle bu. Etik değerlerden yoksun medya tarafından “kan dondurucu, yürek burkucu” gibi afili laflarla süslenerek, benzeri haberlerde daima kullanılan magazin diliyle verilen haberde yaşadığımız ataerki hapishanesinin en kısa ve yalın özeti aslında bu cümle: Öldürme hakkımı kullandım.
Öldürme hakkı, hukukta sadece “meşru savunma” durumunda geçerli aslında. Ama biliyoruz ki, yaşamın içinde egemenlerin rahatlıkla kullandığı bir “hak” bu. Devletin muhalife, polisin protestocuya, Türk’ün Kürt’e, Sünni’nin Alevi’ye, zenginin yoksula ve erkeğin kadına…
Aslında kim tarafından ne zaman verildiği belirsiz ama sistemin ataerkil özünden alınıp erkekliğin “yıkıcı doğası” gerekçeleriyle taçlandırılan bir hak bu. Kadınların hayatının devamına veya oracıkta 13 bıçak darbesiyle son bulmasına dair kararı bile verebilme hakkını tesis eden, tahakküm kültürünün temelini teşkil eden bir hak. Erkeklere doğuştan, kadınlara ise öldükten sonra bile verilmemiş bir hak.
25 Kasım’a yaklaşıyoruz. Haberleri açıp her gün en az 3 kadın cinayeti haberinin kısaca -1 dakika kadar- hayatlarımıza değip geçtiği ve aynı hızla unutulduğu, çocuk tecavüzcülerinin yargı tarafından korunduğu, kadın katillerinin TV şovlarında ağırlandığı bu ülkede 25 Kasım haftasına giriyoruz.
Bugünün tarihçesi -her ne kadar çok yazılıp çizilmiş olsa da- bahsetmeden geçilemeyecek kadar değerli. Dominik Cumhuriyeti’nde 1930’da CIA destekli askeri darbe ile rejimi ele geçiren Rafael Trujillo’ya karşı üç devrimcinin, üç kadının, üç kız kardeşin, Mirabel kardeşlerin mücadelesinin sona erdiği gün 25 Kasım. Trujillo yönetiminin devletin tepesinde geçirdiği 31 yıla baktığımızda, 84 yıl öncesinde kalmış bu hikayenin, bugün içinde yaşadığımız tiranlığa yıllarla ölçülemeyecek kadar yakın olduğunu görüyoruz aslında. İktidar her yerde ve her zamanda değişmez bir özellik taşıyor; kendinden olmayanı yok etmek.
Trujillo iktidara gelir gelmez ekonomik istikrardan dem vurmaya başlıyor. Belki yemyeşil dağlara duble yollar, nehirlere HES’ler yapılmıyor ya da tape’lerle ortaya dökülmüyor bu zatın kepazelikleri ancak Amerikan yardımıyla sağladığı refahın esasen Trujillo’nun diktasına arka çıkan burjuva sınıfına yaradığını belirtmeye dahi gerek yok. Ancak yoksulluk ve istikrarsızlıktan yılmış olan halk, insan haklarını ezip geçen, bir korku imparatorluğu yaratan bu diktatöre, ABD yardımlarıyla sağlanan ekonomik iyileşme uğruna destek verir. Ülkenin her yanında “Cennette Tanrı, Dünyada Trujillo” pankartlarıyla somutlaşan bir cellada tapınma kültürü hakim olur. Şehir meydanlarında bu aşağılık sistemden bir pay kapmak umuduyla diktatöre alkış tutan %50 gibi…
Çevresinde “şef” diye tanınıyor Trujillo, tıpkı ortalara saçılan tape’lerde yancı bakancıkların bir ülkenin başbakanından “reis” diye bahsetmeleri ya da başbakan için yapılan belgesellerin “usta” adını alması gibi.
Ve bir benzerlik daha: Hepsi korkuyor. Tıpkı bugün yüzlerce korumayla, kendine (en az) 1000 odalı bir saray yaptıran Recep Tayyip Erdoğan gibi Rafael Trujillo da korkuyordu. Kendisine karşı olan herkesten, kurdukları yağma düzenini açık eden tüm yaklaşımlardan, onurlu bir yaşam için mücadele edenlerden ve en çok da kadınlardan. Çünkü kadınlar onların sisteminde en son sesleri çıkan ya da hiç çıkmayan kesim olması gerekirken, mücadelenin en önünde yer alıyorlarsa, tehlike büyüktür!
İşte bu yüzden diktatör Trujillo, özgürlükçü Clandestina hareketinin kurucuları arasında olan bu üç kadını meydanlarda açıkça hedef gösterdi: “Bu ülke için en büyük tehlike Mirabel kardeşlerdir!”
Üç kadının ölüm fermanı böyle imzalandı. Yalnızca birkaç hafta sonra, 25 Kasım 1960’ta, hapishanedeki eşlerini ziyarete giderken katiller zorla arabadan indirdiler onları; sonra tecavüz edip katlettiler. Patria, Minerva ve Maria Teresa’nın cesetleri bir uçurumun dibinde bulundu. Ölümleri kayıtlara “trafik kazası” olarak geçirildi. Ancak diktatör için sonun başlangıcı -öldüklerinde dahi- korktuğu gibi Mirabel kardeşler oldu. Ölümleri halkta büyük bir öfke ve isyana yol açtı. Diktatörlüğe karşı direniş hareketi güçlendi ve bir yıl sonra diktatörlük düşürüldü.
***
1981 yılında Kolombiya’da toplanan Latin Amerikalı ve Karaipli Kadınlar Kongresi, Mirabel kardeşlerin katledildiği gün olan 25 Kasım’ı “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” olarak ilan etti. Her ne kadar Birleşmiş Milletler’in 1999’daki ilanı öne çıkarılsa da, 25 Kasım esas olarak Latin Amerikalı kadınların Mirabel kardeşlerin onurlu mücadelesini yaşatma kararıydı. Bugün, devlet ve erkek şiddetine karşı çıkmak üzere, göstermelik demokrasi bekçilerince değil, bizzat KADINLAR TARAFINDAN resmileştirilmişti. BM’nin yaptığı tek şey 18 yıl sonra bu günü kağıt üzerinde ilan etmek oldu.
İşte biz kadınlar, bu direniş hikayesinin bir parçası olarak yıllardır tüm dünyada 25 Kasım’da sokaklara dökülüyoruz. “Her yürek devrimci bir hücredir” diyor bir film. Biz de, ezilmeye karşı direnen her kadının devrimci bir yürek olduğuna inandığımız için sokaklardayız. Bize dayatılan hayatı kabul etmiyor ve özgürlük için mücadele ediyoruz.
Hayatının herhangi bir anında ataerkil düzenin haksızlığına uğramamış tek bir kadın var mı dünya üzerinde? Yok. Neoliberalizmin, savaş politikalarının, İslami faşizmin, emperyalizmin, ataerkinin, yani bir sınıfın ve bir cinsin kendi çıkarları için icat ettiği her ideolojinin en okkalı tokadını attığı biz kadınlar; öldürülüyor, tecavüze uğruyor, taciz ediliyor, toplumsal hayattan izole ediliyor ve yalnızlaştırılıyoruz. Trujillo ve mevcut hükümetin gerici-cinsiyetçi beyinlerinde de ortak bir bilgi var aslında; bir araya geldiğimizde, onların sonu bizim başlangıcımız olacağız.
Egemenler bizden korkuyorlar; çünkü hakkımızı almaya kalktığımızda bize bu hayatı dayatan herkesi alaşağı edebilecek güce sahip olduğumuzu biliyorlar. Kürtajı yasaklatmaya çalışan, tecavüzcülere arka çıkan, kadını eve hapsetmek için uğraşıp duran acınası zevatın telaşı da bundan.
Virginia Woolf şöyle diyordu: “Tüm bu yüzyıllar boyunca babalarımız ve erkek kardeşlerimiz bu merdivenleri çıkıp, bu kapılardan geçip, bu kürsülere çıkıp, vaaz verip, para kazanıp adaleti yönettiler.”
Sıra bizde. Adaletin, ezenin kendi eliyle inşa ettiği saraylarda olmadığını biliyoruz. Adaleti evrile çevrile onların lehine dönen kanunlarda bulamayacağımızı biliyoruz.
25 Kasım 1960’tan bu yana Mirabel kardeşler için; öldürülen, tecavüze uğrayan, taciz edilen, satılan, dövülen, hakaret edilen her kadın için, dünya üzerindeki her kadının devrimci bir yürekle doğduğuna olan sonsuz inancımız için, adalet için sokaklara!
25 Kasım’da sokaklara, bizim olanı geri almaya!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.