Temel bir soru, gerçekten çözüm süreci denebilecek bir çözüm sürecimiz olup olmadığına ilişkindir. Var mıydı böyle bir süreç yoksa sadece lafı mı edilegeldi? Sadece ve sadece iki şey bir süreçten bahsedilebilmesini mümkün kıldı. Bir: İmralı’da Öcalan Türk devleti tarafından muhatap alınarak görüşmeler yapıldı. Ve onunla HDP heyetleri arasında ve onlar üzerinden Kandil’le görüşmeler yapılmasına imkan […]
Temel bir soru, gerçekten çözüm süreci denebilecek bir çözüm sürecimiz olup olmadığına ilişkindir. Var mıydı böyle bir süreç yoksa sadece lafı mı edilegeldi?
Sadece ve sadece iki şey bir süreçten bahsedilebilmesini mümkün kıldı. Bir: İmralı’da Öcalan Türk devleti tarafından muhatap alınarak görüşmeler yapıldı. Ve onunla HDP heyetleri arasında ve onlar üzerinden Kandil’le görüşmeler yapılmasına imkan tanındı. Ancak bu kapsamdaki problemler bile “süreç”e çözül süreci denebilmesini tartışılır kıldı: Öncelikle bir görüşmeci taraf durumundaki Öcalan’ın “hükümlü” pozisyonunda milim değişiklik olmadı. Görüşmeler tamamen eşitsiz koşullarda sürdü. Bir görüşmeci mahpusta, diğeri sarayda -bu süreci sakatlamıştır ve kabul edilebilir değildir. İkinci olarak görüşmeci taraflardan biri, Öcalan, 3,5 milyon Kürt’ün “benim irademdir” diye imza verdiği siyasal bir kişilik ve Kürt halkının bugünkü önderidir. Ancak muhatabı bir istihbarat örgütü olan MİT’in ajanı olmuştur. Bu ikinci eşitsizliktir. Süreç, eğer gerçek bir süreç olacak idiyse, ikinci tarafın temsilcisinin yine bir siyasal kişilik olması Türk tarafının yine bugünkü önderi olan Erdoğan ya da belki “işi başından aşkın” gerekçesiyle onu temsil edecek bir hükümet üyesi, Davutoğlu ya da bir başka bakan olması gerekti. Ve üçüncüsü, şüphesiz Erdoğan’ın aracısı olarak Adalet Bakanları HDP adına Öcalan’la görüşecek heyetleri düzenlemeye kalkmış, “sen olursun, sen olmaz” kabalığıyla taraflarından birinin iç işlerine burunlarını sokup HDP temsiliyetini kendi isteklerine uygun olarak düzenlemeye, dayatmaya çalışmışlardır. Bu üçüncü eşitsizlik, üstelik had bilmezliktir ki, diğerleriyle birlikte “çözüm süreci” denen şeyin gerçek olup olmadığının sorgulanmasını getirmiştir.
Ve bir “süreç”ten söz edilebilmesinin ikinci dayanağı, tek yanlı olmayıp karşılıklılığın sağlanması, bu içerikli adımlar atılarak, sürecin bütünüyle laftan ibaret olmayıp pratik bir yönü de olduğunun görülebilmesiydi. Bu, yalnızca üç şeyle kotarılmak yoluna gidilmiştir: Bir, köy/belde isimlerinin Kürtçesinin kullanılmasının serbestleştirilmesi. İki, “W”, “Q” ve “X”in özgür bırakılması. Ve üç, “Andımız”ın kaldırılması.
Soru şudur: Bir türlü yasallığı da garanti altına alınmış bir müzakereye dönüşmemiş baştan ayağa eşitsizliğe batmış haliyle bir “muhataplık” ve “görüşme” ilişkisi ve W, Q, X’in özgürleştirilmesi türünden “tavizler”le “süreç” süreç olabilir, ona süreç denebilir miydi? Yanıt, “eksi” ya da “negatif” olmasa bile ancak “sıfır”dır! Bu soruya olumlu yanıt verilemez!
Şimdi bu halde olan “çözüm süreci”nin bile askılık olup olmadığı tartışma konusu edilmektedir hükümet tarafından! Kamu düzeni önde gelir ve ancak düzeni bozmayan/bozmayacak süreç kabul edilebilirmiş! Ya da sürece mahkum ve mecbur değilmişiz!
Biliniyor, Türk-İslam sentezci kibirli AKP istişare toplantılarında en çok tepkiyi “süreç” almıştır. Muhataplardan biri olan AKP ve önderlerinden başlayarak teşkilatının milliyetçiliği tartışmasızdır. Zaten o nedenle süreç baştan beri sakatlıdır ve tek yanlı öngörülmüştür: “Terörün bitirilmesi”, “teröristlerin sınır ötesine geçişi” ve “silahların bırakılması”! AKP’nin süreci budur ve bir karşılık öngörmemişlerdir, öngörmemektedirler. “İyi bir tüccar” bile değillerdir. Çünkü tüccar malını sattığında parasını alır ya da hiçbirinin karşılıksız mal sattığı görülmemiştir. Ya da herkes, hele şu kapitalizm koşullarında karşılığını ödemeden bir şey alamadığını deneyleriyle bilir. Hele “tüccarlar”! Ya AKP? Norşin denmesi, Newroz’un “W” ile yazılabilmesi ile yetinin, bu karşılıklarla idare edin modundadır!
“HDP niyet tazelesin” diyen Davutoğlu, İmralı ziyaretleri konusunda bile, “Ne zaman silahlı grupların silahlarını bırakacağı, Türkiye’yi terk edeceği sorusuna cevap vermeliler. Yoksa bu ziyaretler anlamını kaybeder” buyurmaktadır. Yardımcısı Akdoğan’sa, “Süreci biz başlattık. Kamu düzeninden taviz vermeden gereken ne varsa yapılacaktır” demektedir! Yahu, tabii ki “kamu düzeni”nden taviz verilip Kürt halkının az-çok eşit olacağı, örneğin anadili ve özerkliği garanti altına alınmış yeni bir “düzen”i öngörmeyecek “süreç” çözüm süreci adına layık olamaz!