25 Ağustos Pazartesi akşamı son şampiyon Fenerbahçe ile son Türkiye Kupası sahibi Galatasaray Süper Kupa finali için kozlarını paylaştı. Maçın tüm gelirinin Soma faciasında hayatını kaybeden madencilerin ailelerine bağışlanmasının dışında ortada ‘olumlu’ bir görüntü yoktu. Maçın kritiğini spor yazarlarına bırakıp tribün kültürünün üzerimize kara bulut gibi çöken haline geçelim. Yanlış hatırlamıyorsam Dostoyevski’nin, “Bir ülkenin halkını […]
25 Ağustos Pazartesi akşamı son şampiyon Fenerbahçe ile son Türkiye Kupası sahibi Galatasaray Süper Kupa finali için kozlarını paylaştı. Maçın tüm gelirinin Soma faciasında hayatını kaybeden madencilerin ailelerine bağışlanmasının dışında ortada ‘olumlu’ bir görüntü yoktu. Maçın kritiğini spor yazarlarına bırakıp tribün kültürünün üzerimize kara bulut gibi çöken haline geçelim.
Yanlış hatırlamıyorsam Dostoyevski’nin, “Bir ülkenin halkını anlayabilmek için o ülkenin hükümlülerine bakın” minvalinde bir lafı vardı. O cümledeki ‘hükümlü’ ifadesini kaldırıp ‘tribün’ü eklemek bizim durumumuzu anlatmak için ekstra çaba sarf etmemizi ortadan kaldıracaktır.
Futbolun aidiyet duygusunu gidermesi, kitlelerin taraftarı olduğu kulübe her şeyini feda etmesi gibi kavramlar artık o kadar sığ olmaya başladı ki; hedef çok farklı yönlere savruldu. Futbolun sadece ve sadece bir oyun hem de güzel bir oyun olduğunu gölgeler oldu bu kavramlar.
Evet, tribün ve futbol çok şey ifade ediyor. Bütün gün ‘ırgat başı’ndan fırça yiyen bir emekçi 90 dakikalığına kendini, tüm dünyayı unutabiliyor. Milyon dolarlarla oynayan bir patron, sabah yeni açacağı fabrika için girdiği ihaleyi kaybettikten sonra, o ‘patron’ gömleğini gişede bırakıp yüzünü bile görmediği kendi çalışanıyla omuz omuza ‘üçlü’ çekebiliyor. Bunlar hayatın başka herhangi bir platformunda kolay kolay yakalanamayacak unsurlar. Buraya kadar her şey ‘sahalarda görmek istediğimiz hareketler’den.
Ancak Salı akşamı özellikle ikinci yarının başında izlediğimiz gibi sahaya yabancı madde fırlatarak bu güzel oyunu sabote etmek neyin nesi? Böyle bir hakkı kim neden kendinde görür? Çok değil üç gün önceCezayir’in JS Kabylie futbol takımının Kamerunlu oyuncusu Ebosse, lig maçının ardından çıkan olaylarda başına taş isabet etmesi sonucu yaşamını yitirdi. Gözümüzün önünde Galatasaraylı Selçuk’un bir metre yanına patlayıcı madde atıldı. Yine Muslera’ya atılan yabancı maddeler sonrası bir süre hafif de olsa sektiğini gördük. Ya Kamerun’daki gibi bir olay yaşansaydı? O patlayıcı maddelerden biri futbolculardan ya da hakemlerden birinin gözüne gelseydi ne olacaktı? Yine aynı şekilde geçen hafta Karabükspor Saint Etienne maçında Karabükspor galibiyet golünü attıktan sonra taraftarlarının, rakip takıma tehdit parmakları sallamak ne anlama geliyor? Öldürecek misiniz oraya gelen insanları?
Taraftarlar tribünde böyle davranarak kendi içlerinde bir çelişkiye düştüklerinin de farkında değiller. Sizin rakip takım futbolcusuna attığınız su şişeleri yüzünden, sizin vergilerinizle maaşını alıp 15 yaşında ekmek almaya giden çocuğu öldüren polis, milyon dolarlık futbolcular için sadece ve sadece korner kullansın diye etten duvar örüyor. Sonra? Dillerden düşmeyen endüstriyel futbol hikâyeleri…
22 kişi sahada bir topun peşinden koşuyor. Bir takım kazanıyor, bir takım kaybediyor bazen de beraberliğe razı olunuyor. Tribünün, bu basit olayı bu kadar karmaşık hale getirmek, ‘bilmem ne stadı cehennemi’, ‘futbol holiganlıktır, futbol adam bıçaklamaktır’ gibi son derece tehlikeli kavramlardan kan düşmanlığıyla beslenmesi, stadın dışına taşarak toplumun kılcal damarlarına kadar rahatça sızabiliyor. Adı Süper Kupa da olsa bu hayırlı bir maçtı ve biz onu bile beceremiyoruz. Sonra da 90 yıllık bir devlette ‘neden bir arada yaşayamıyoruz’ diye düşünür oluyoruz. Hayat sokakta başlar ve ‘hayat fena halde futbola benzer.’ Bunu unutmamak lazım.
soyerbrk@gmail.com