“karanlığın işi nedir mayıs doğmasın diyedir geceye ışık saçanın sevdası ölesiyedir” İbrahim Karaca İşçilerin öldüğü yerde zaman durur; öyle oldu. Farkına varmazsınız, öyle oldu. Bir anda yüzünüze çarpar, öyle oldu. Uzaktan bir ses tınısı gibi gelen ses bir anda patlar kulağınızın dibinde, öyle oldu. Yapraklar hışırdamaz, kuşlar kanat çırpmaz, toprak taş olur, öyle oldu.. Çünkü […]
“karanlığın işi nedir mayıs doğmasın diyedir
geceye ışık saçanın sevdası ölesiyedir” İbrahim Karaca
İşçilerin öldüğü yerde zaman durur; öyle oldu. Farkına varmazsınız, öyle oldu. Bir anda yüzünüze çarpar, öyle oldu. Uzaktan bir ses tınısı gibi gelen ses bir anda patlar kulağınızın dibinde, öyle oldu. Yapraklar hışırdamaz, kuşlar kanat çırpmaz, toprak taş olur, öyle oldu..
Çünkü işçilerin varlığı, dünyalarını yalandan kuranlara inat derinlerde ve gerçeğin ta kendisidir. Nasıl maddenin yapıtaşı olarak atomdan, canlıların yapıtaşı olarak hücrelerden bahsedebiliyorsak, hayatın yapıtaşı da işçilerdir. Özden çok biçimlerle, işlevsellikle tarif edilen, varlığın içerikten soyutlanmaya çalışılan bu neoliberal düzende işçiler yaşamın içeriğidir.
Bu hakikatin kendisi sınıflı toplumların tarihi olan bir hayatın, insanları, canlıları, doğayı sömürerek iktidarlarını sürdürmeye çalışan asalak sınıfların en gerçek saldırılarına maruz kalmıştır. 80 sonrası dünyanın saldırısına da işçinin, sınıf olarak payına tarih sahnesinden itelenmek düşmüştür. Yerin altına, çalışmaktan başka zaman bırakılmayan fabrikaya, bir tezgahın başında ömür tüketmeye hapsedilmişlerdir.
Geçmiş zamandan bir gün, şantiyede işçi arkadaşımla konuşuyorum. Konuşmanın bir yerinde aniden “aslında var ya bu kanunları yazanlar kendilerine yazıyorlar” deyiverdi. Hayatında hiç Engels okumamıştı, aynen söylediğini tarif eden “burjuvazinin yasaları” ile başlayan sözünden haberi yoktu. İşçilerin kendi köklerinden gelen ve yaşadıklarının çıplaklığından aldıkları doğal bilinçleri vardır. Sadece tıpkı senelerdir Kürtlerin, Alevilerin kendi kimliklerini açığa çıkarmamak için sustukları gibi kabul etmiş gibi davranırlar. Bunu açıkça dile getirmeleri için karşısında samimiyet görmeleri gerekir. Çünkü acımasız sömürü düzeninde kurdukları küçük dünyalarına bir hal geldiğinde sonunun açlık, ölüm olacağını bilirler. Açlıkla terbiye edilirler! Sadece kendileri için de değil, bakmak zorunda oldukları eşleri, çocukları için. Dünya nettir işçilerin gözünde, varlık veya yokluk arasında bir salınma hali değil, ya varsındır ya da yoksundur.
Bazen her şeye cevap bulma çabasının yersiz olduğunu düşünürüm. Aklımız her şeyi bilmek ve onu bir yere yerleştirmek ister. Halbuki kötülüğün aklı sadece kötüdür ve onun mekanizmalarını oluşturur. Karşımızda bu kadar kendi çıkarı için akıllı bir düzen varken bizim aklımızı kullandığımız önermeler yaratılan durumun huyu suyuna gitmek demektir. Madenlerde ölen işçilerin neden öldükleri ve kimlerin sebep olduğu nettir. Kısaca özet geçeyim diyeceğim ama hikayenin önü arkası budur: Devlet kendi bekası için kömür dağıtır. Bunun maliyetini bir yerden çıkarması gerektiğini düşünür. Yandaşlardan kendi başına bakkal işletemeyecek bir adama benim kanunlarım yeterince sömürmeye müsait değil, sen gel bu madenin işletme hakkını al, istediğin gibi davran ve bana kömürü daha ucuza çıkart der. O da bunu gerçekleştirir. Nasıl? Güvenlik tertibatlarına yatırım yapmayarak, işçilerin ücretlerini düşürerek vs vs… sermaye palazlanır, devlet işini görür… sermaye devlet ultra serbest piyasası… sonrası patronun geçen seneki verdiği mülakattan “Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) , Soma’da kömürü kendisi çıkarırken tonunu 130-140 dolara mal ediyordu. Biz ihaleye girip, tonunu, TKİ’ye yüzde 15’lik rödovans payı dahil 23.80 dolara çıkarma taahhüdü verdik. Gerek biz, gerekse diğer özel şirketler kâr etmesek bu işe girmezdik. Bizim mühendis ve işçilerimiz uzaydan gelmedi. Sadece işi iyi planlamak, özel sektörün çalışma tarzı devreye girdi o kadar.” Çalışma tarzı dediği kölelik çalışma tarzı; iyi planlamak dediği baskı üzerine inşa edilmiş düzen; uzayda eli iş tutacak canlı görse ve fırsatını yakalasa daha ucuza çalıştıracak, o kadar..
Tarihte işçilerin mücadeleye katıldıkları zaman dilimleri hep kendilerine daha iyi bir gelecek umut vaat eden toplumsal hareketlenmenin olduğu dönemlerde olmuştur. Neoliberal çağdayız, işçilerin hayatlarının ve hayallerinin çalındığı zamanda. Mutlak çaresizliği yaşarlar. Kendilerinin hayatlarını değiştirebilecek toplumsal bir kalkışmanın oluşabileceği zamana kadar susarlar, kendilerini saklarlar. Değişimi hissedebilecekleri bir ışık gelecek olur… Hepimizin geleceği olur…
Bugün kendini işçi sınıfından farklı gören bir toplum ağlıyor, aslında kendine ağlıyor zannımca. Bu zamana kadar düşünmediğine, düşünse de kendini menkul gördüğüne, kendinin yaşadığı hayal kırıklarıyla beraber ortaklaştırdığı kaderine(!) ağlıyor.. Tabii ki bunun en önemli etkeni Gezi ile beraber toplumu saran vicdan duygusu. O yüzden Gezi bir başlangıç, vicdan da insan olmanın başlangıcı. Mücadeleye devam, vicdanın ruh ikizi adalet duygusuyla…