AKP’nin seçim hamlesi ona belki kısa süreli bir nefeslenme olanağı yaratacaktır. Ama üzerine üzerine gelen devasa sorunları ne çözme yeteneği, ne de çözme isteği ve iradesi vardır 6 Eylül 1955 günü, radyonun saat 13.00 haberlerinde Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bomba atıldığı haberi verildi. Haber hızla yayılmaya başladı. 7 Eylül günü, o dönem tirajı 20.000 civarında […]
AKP’nin seçim hamlesi ona belki kısa süreli bir nefeslenme olanağı yaratacaktır. Ama üzerine üzerine gelen devasa sorunları ne çözme yeteneği, ne de çözme isteği ve iradesi vardır
6 Eylül 1955 günü, radyonun saat 13.00 haberlerinde Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bomba atıldığı haberi verildi. Haber hızla yayılmaya başladı. 7 Eylül günü, o dönem tirajı 20.000 civarında olan Demokrat Parti’nin yayın organı İstanbul Ekspres gazetesi 290.000 adet basıldı, Kıbrıs Türktür Derneği üyeleri tarafından sokak sokak dolaşılarak insanlara dağıtıldı. Dernek üyeleri ve bazı “sivil”ler intikam çığlıkları atarak, halkı bombalamanın faili olduklarını ileri sürdükleri İstanbul’daki gayrimüslim yurttaşlardan hesap sormaya çağırdı.
Saatler ilerledikçe kalabalık giderek arttı, caddeler intikam çığlıkları ile doldu. Devlet görevlileri, ülkenin etnik ve dinsel farklılığa sahip olan yurttaşlarına yönelen vahşi saldırıları uzaktan izlemekle yetindi. Vahşi bir saldırganlık İstanbul’u tutsak etmişti. Saldırganlık ve yağmacılığın hedef genişletmeye başlayıp, kontrolden çıkma işaretleri vermesi üzerine sıkıyönetim ilan edildi. 3000 civarında saldırgan tutuklandı.
Olaylar yatıştığında bilanço yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Kimi kaynaklara göre 11, kimilerine göre 15 yurttaş saldırılarda yaşamını yitirmiş, yüzlercesi yaralanmış, yüzün üzerinde gayrimüslim kadın tecavüze uğramış, 5000 civarında ev ve işyeri yağmalanmış, yakılmış, yıkılmıştı. Gayrimüslim grupların ibadethaneleri de saldırılardan payını almıştı.
Saldırıların başlamasında doğrudan rol oynayan Kıbrıs Türktür Derneği başkanı ve yöneticileri kısa bir tutukluluktan sonra serbest kaldı. Bir Türk devlet klasiği 6-7 Eylül olayları sırasında bir kez daha sahne aldı, olaylarla uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan Aziz Nesin, Nihat Sargın, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo gibi solcu aydınlar ve daha önce ölmüş olan fişlenmiş dört komünist hakkında 6-7 Eylül olaylarındaki “rolleri” nedeniyle dava açıldı.
Olaylarda rol oynayan tutukluların büyük çoğunluğu Aralık 1955’te serbest bırakıldı. Sonraki yıllarda ekonomik ve siyasal kriz derinleşip çelişkiler çatışmaya dönüştüğünde başbakan Adnan Menderes MİT’i, MİT’te Adnan Menderes’i 6-7 Eylül olaylarının başlangıcındaki “şüpheli işler”den sorumlu tutan açıklamalar yaptı. Günümüzle tek fark, o zamanlar “paralel” sözcüğü esas olarak geometri dersinin bir “enstrüman”ı olduğu için, Adnan Menderes’in “benim hiç alakam yok, hepsi ‘paralel yapı’nın marifetleridir. Ben safmışım” dememesiydi.
1988-1990 arası Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği yapan Sabri Yirmibeşoğlu, 6-7 Eylül’den yıllar sonra verdiği bir röportajda 6-7 Eylül 1955 olayları için: “6-7 Eylül’de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı” demişti.
İstanbul’da gayrimüslim yurttaşlara karşı gerçekleştirilen saldırılar, linç girişimleri, yağmalamalar, tecavüzler, Yirmibeşoğlu’nun da teyit ettiği gibi Demokrat Parti kontrolündeki devlet aparatları ve Demokrat Parti kontrolündeki dernek, gazete gibi oluşumlar tarafından planlanmış ve yaşama geçirilmişti.
O zamanlar şimdiki MİT şefinin “gizli” devlet toplantısında söylediği gibi, Suriye’den Türkiye’ye MİT elemanları tarafından füze atılması yoluyla savaş ortamı yaratılmaya çalışılmıyordu. O zamanlar, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve Türk devlet görevlileri tarafından atılan bomba ile; İstanbul’daki gayrimüslim yurttaşlara saldırmanın, mallarını yağmalamanın, onları ülkeyi terk etmeye zorlamanın zemini hazırlanıyordu.
Yirmibeşoğlu bu “muhteşem” operasyonu boşuna övmüyordu. Bu öylesine geniş kapsamlı bir operasyondu ki, saldırganlar sadece İstanbul’a yakın olan İzmit ve Adapazarı’ndan değil, Sivas, Kastamonu, Trabzon ve Erzincan’dan devlet araçlarıyla İstanbul’a taşınmıştı.
Menderes de Erdoğan gibi, bölgesel, giderek küresel bir aktör olmaya, “bu büyük milleti ecdadının tarihindeki şanlı günlere geri götürmeye” Osmanlı günlerine gönderme yapmaya çok önem verirdi. Bu nedenle olsa gerek, 1950’de Kore Savaşı’nda Güney Kore’yi ve ABD’yi desteklemek için Türk Ordusu mensubu 4500 personeli ABD Ordusu komutanlarının kumandası altında Kore Savaşı’na göndermişti. Birkaç gün öncesine kadar Kore’nin nerede olduğundan bile habersiz Anadolu gençleri “milletin Ali menfaatleri” için dünyanın öbür ucunda hiç tanımadıkları, neden çatıştıklarını bile bilmedikleri insanları öldürmek, ya da onlar tarafından öldürülmek gibi “tercih”ler yapmak zorunda kalmıştı.
Menderes’in küresel aktör olma hevesi Kore Savaşı ile sınırlı kalmamıştı. Menderes de Tayyip Erdoğan gibi milliyetçi, muhafazakar değerlerle donanmış, “ecdadının diniyle dinlenmiş” kuvvetli bir Müslüman’dı. Herhalde böyle olduğu için, yüzlerce yıldır sömürgeci boyunduruk altında yaşadıktan sonra Batı sömürgeciliğinin zulmüne başkaldıran Müslüman halkların özgürlük mücadeleleri söz konusu olduğunda hep sömürgeci Avrupa devletleri ve ABD’nin fedailiğini yapardı.
Yüzlerce yıllık boyunduruktan kurtulmak isteyen Mısır halkı başındaki emperyalizmin ajanı kralı defedip, Süveyş Kanalı üzerindeki İngiliz kontrolüne son vermek için harekete geçip sömürgeci İngiliz Ordusu ile çatışmaya mı girdi, Menderes yüksek milliyetçi ve İslamcı duyarlılıkları ile hemen İngilizlerin safında yerini alırdı. Fas, Tunus ve Cezayir Halkları Fransız sömürgeciliğine karşı başkaldırıp sömürgeciliğin boyunduruğundan kurtulmak için devrimci savaşa mı başladı, Menderes, Fransızları uluslararası platformlarda destekleyen mümin Türkiye Başbakanı olarak Batılı dostlarında hayranlık, başkaldıran Müslüman halklarda nefret ve mide bulantısı uyandırırdı.
Cezayir meselesi bazı Müslüman devletlerin girişimiyle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin gündemine geldiğinde, Demokrat Parti’nin politikası gereği Türkiye Fransa ile birlikte aleyhte oy kullanırdı. Demokrat Parti ve Menderes sömürgeci Batı devletlerinin tezini destekliyor, halkların özgürlük mücadelelerinin sömürgeci devletlerin “iç işi” olduğunu savunuyordu. Özgürlük için ayağa kalkmış mücadele eden halklara “tedhiş hareketi”, “çapulcu” diyordu.
Onurlu Fransız aydın Jean Paul Sartre ve arkadaşları Fransa’da ciddi riskler alarak -Sartre’ın evi Fransız faşistleri tarafından bombalanmıştı- sömürgelerin özgürlük hareketlerine destek verip, kendi devletlerinin katliamlarını, soygunlarını dünya kamuoyunda teşhir ederken, kuvvetli Müslüman Menderes ve hükümeti uluslararası platformlarda sömürgeci devletlerin çıkarlarını gayretle savunuyordu. 1955 yılında düzenlenen Bandung Bağlantısızlar Konferansı’nda Demokrat Parti Dışişleri Bakanı’nın sömürgecileri, NATO’yu kölece savunması, toplantıya katılan büyük mücadelelerle özgürlüğünü kazanmış halkların temsilcileri tarafından mide bulandırıcı bulunmuştu.
Ama ne gam…
Özgürlüğü için ayağa kalkmış ezilen halkların nefret ve tiksintiyle baktıkları Adnan Menderes ve hükümeti 1957 seçimlerinde bir kez daha büyük bir seçim başarısına imza atmış, Demokrat Parti % 48 oy alarak birinci parti olmuştu. İçerideki olağanüstü baskıcı yönetim, emperyalizme uşaklıkta ulaşmış olduğu zirve, 6-7 Eylül olayları gibi utanç verici faşist tertiplerin örgütçüsü, gayrimüslim yurttaşların katili, hırsızı, tecavüzcüsü olmak ne yazık ki, Menderes’in seçim başarısına engel olmamıştı.
Tüm bunlar Menderes’in seçim başarılarına imza atmasına engel olmadığı gibi, daha sonra Türkiye tarihinin liberal yorumu tarafından bir “demokrasi ikonu”na dönüştürülmesine de engel olmamıştı. Ama zaten, bu öyle bir yorumdu ki; mesela 12 Eylül Faşist Darbesi’nden sonra kurulan hükümette ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı yapan Turgut Özal’dan başka bir “sivil demokrasi ikonu” çıkarabiliyordu.
Menderes’in Ortadoğu’daki en önemli ittifak gücü olan Irak Kralı Faysal, 1958 yılında bir darbe ile iktidardan düşürüldü ve öldürüldü. Ortadoğu için için kaynıyordu. ABD gelişmelere daha aktif müdahale edebilmek için Türkiye’deki askeri üslerini kullanarak Lübnan’a asker çıkardı. Emperyalist merkezler söz konusu olduğunda kraldan fazla kralcılığın bir klasiğine dönüşmüş olan Menderes, gelişmelere Irak’a asker çıkarma hamlesiyle müdahale etmeye yeltendi, ancak emperyalist efendiler ondan sakin olmasını isteyip, o günkü politikalarının bunu içermediğini ona anlatarak hamlesine engel oldular.
Menderes’in bu hamle girişimi cesaretini seçim başarısından almıştı, ancak asıl gerekçesi derinleşen ekonomik ve siyasal bunalımdan bir çıkış yolu olarak “ecdadın zafer seferlerini hatırlatacak” bir dış maceranın biçilmiş kaftan gibi görülmesiydi. Ortadoğu’nun o günkü politik ve askeri koşulları hedefini kursağında bırakmıştı.
Menderes iktidarı, halkı baskı altında tutan, tarihsel olarak, sermayenin ülkede güçlü temellerde kurumsallaşması işlevini yüklenen Kemalist Tek Parti rejiminin zayıflaması ve 2. Paylaşım Savaşı sonrası dünya çapında yaşanan politik ve ekonomik gelişmeler sonucu oluşan dengeler içinde yapıların yeniden dizayn edilmesi sürecinin ürünüydü. Kemalist iktidara karşı halkta biriken öfke ve halkın değişim isteği Menderes ve Demokrat Parti iktidarının oluşumunda itici güç olmuştu.
O dönem politik örgütlenme ve politik bilinç düzeyi son derece zayıf olan yoksul halkın özlem ve talepleri Demokrat Parti ve Menderes’in merkezinde yer aldığı yeni hegemonik blok aracılığıyla emperyalizm, sermaye ve büyük toprak sahiplerinin ekonomik ve politik egemenliklerini yeni bir düzlemde oluşturmalarının, Kemalist iktidara karşı üstünlük sağlamalarının araçları haline gelmişti.
AKP de 2000’li yıllarda oluşan bir hegemonik blokun merkezinde yer alıyordu. Seçim başarılarını ve yükselişini esas olarak bu bloka borçluydu. Blok 2011’den itibaren yavaş bir dağılma sürecine girdi, Gezi İsyanı bu durumu görünür hale getirdi. Yolsuzluk operasyonu bloğun dağılmakta olduğunu haber verdi. AKP’nin seçim hamlesi ona belki kısa süreli bir nefeslenme olanağı yaratacaktır. Ama üzerine üzerine gelen devasa sorunları ne çözme yeteneği, ne de çözme isteği ve iradesi vardır.
İleride, geçtiğimiz seçimin tarihe AKP’nin son seçim başarısı olarak geçme olasılığı son derece yüksektir. En büyük tehlike, AKP’nin çözülme sürecini durdurmak için girişebileceği bir Suriye savaşıdır. Batılı efendilerine kendini bir kez daha kanıtlamanın, içeride şoven-gerici kitleleri daha güçlü bağlarla kendi zemininde tutmanın uygun bir yolu olarak görünebilecek bu seçenek Erdoğan’ı kurtaramayacaktır, ancak ülkeye büyük zararlar verecektir.
4 Nisan 2014
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.