Türkiye tarihinin belki de gündemi en yoğun biçimde “istihbarat örgütleri” tarafından belirlenen ilk seçimini; 30 Mart yerel, ama içeriği ve sonuçları bakımından bir o kadar “genel” seçimlerini geride bıraktık. Siyasal yansımalarına dair bir değerlendirme şart; madde madde yorumlamakta fayda var. AKP seçimi bir kazanım olarak yansıtıyor; buna karşın açık bir referandum süreci yaşadık ve bütün […]
Türkiye tarihinin belki de gündemi en yoğun biçimde “istihbarat örgütleri” tarafından belirlenen ilk seçimini; 30 Mart yerel, ama içeriği ve sonuçları bakımından bir o kadar “genel” seçimlerini geride bıraktık. Siyasal yansımalarına dair bir değerlendirme şart; madde madde yorumlamakta fayda var.
AKP seçimi bir kazanım olarak yansıtıyor; buna karşın açık bir referandum süreci yaşadık ve bütün kampanya genelde AKP’ye, özeldeyse Recep Tayyip Erdoğan’a güvenoylamasına dönüştü. Böyle bir seçim yerel seçim olarak değerlendirilemez; sonuçları da yerel seçim karşılaştırmaları üzerinden ele alınamaz. Teşbihte hata olmaz; Türkiye’nin tüm yerleşim birimlerinde AKP’nin tek belediye başkan adayı vardı: Recep Tayyip Erdoğan. Hal böyleyken ölçü yüzde 50 artı birdir ve bu durumda 2011 Genel Seçimleri de veri alınsa referandum mantığı da dikkate alınsa meclis üye seçimlerinde aldığı toplam yüzde 43’lük oy oranı AKP açısından yaklaşık 7 puanlık bir gerilemeye işarettir. Özetle AKP’nin yağmasına, savaş kışkırtıcılığına, diktacı yeni rejim inşasına halkın en az yüzde 55’i yarışın tüm eşitsizliklerine karşın “hayır” demiştir. Bu küçümsenmesin; önümüzdeki süreçte halk hareketinin sırtını dayayacağı mücadele ekseni hiç de dar değildir. AKP’nin seçim sonuçlarından çok sonuçların yorumlanmasına dair kanaat savaşına girmesi de bu açıdan okunmalı; apar topar gerçekleştirilen balkon konuşması bu eksende değerlendirilmelidir.
AKP bu seçimde genel kutuplaşmayı 17 Aralık sonrası siyasal iklimde doğrudan lider merkezli; liderin de dinsel/kutsal meşrulaştırma pratikleriyle donatılarak yüceltilmesine dayanan bir kampanya ile tabanına sunmuş ve “istikrar mı belirsizlik mi?” sorusuyla birlikte “Tayyip mi diğerleri mi?” sorusunu yöneltmiştir. Bunun yanında AKP’nin iki alanda “başarı” elde ettiği söylenebilir. Birincisi; bir önceki Fikir yazımda belirttiğim üzere, bu seçimde yitirilen manevi önderlik alanlarında telafi edici bir mekanizma olarak daha fazla “Telafi İslamcılığı”na başvurma stratejisi de oylatılmıştır. Dahası, AKP bu seçimde “Telafi İslamcılığı”nı kendi kaynak ve varoluşunu dinselleştirerek bir ileri aşamaya taşımıştır. Seçim kampanyası boyunca dillendirilen “Allah bizimle” söylemi önemsenmelidir; AKP’yi “Allah’ın Partisi” olarak yansıtma stratejisinin sonuçları “ritüel”den ötedir; İslamizasyon yoğunlaşmasıyla göreceğiz.
Bu stratejide en büyük pay “cemaat”e aittir, zira bugüne kadar kendisine yönelen toplumsal-siyasal muhalefet dalgalarını ve manevi/ahlaki yönetme krizlerini rakiplerinin seküler karakteri üzerinden anlamlandıran ve tabanına açıklayan AKP, ilk kez bu seçimde yine “İslamcı” kimliğin içinden dinsel temelde kendisiyle tartışan bir “cemaat”le ve onun açtığı “ahlakilik” gündemiyle yarışmıştır. Bu AKP’yi daha önceki seçimlere göre hiç olmadığı kadar “asli dinsellik” merkezli bir kampanya yürütmeye ve karşısına yerleştirdiği “cemaat” unsuruyla “din” temelli bir siyasal yarışa girmeye yöneltti. Bu durumda AKP’nin cemaat karşısında bunu “başardığı”, tabanına kendisini anlatabildiği ve cemaatin siyasal etki alanına dair abartılı tezleri, bu kesime yönelik bir operasyon öncesi sandıktaki karşılıkları üzerinden zayıflatabildiği söylenebilir.
Dolayısıyla, evet bu seçimde AKP oy kaybetmiştir; ancak izlediği İslamcı siyasal hat ve muhafazakar tabana seslenme kanallarındaki dini ideolojik yoğunlaşma ve “liberal-muhafazakar” hegemonya döneminin ittifak unsurlarının dağılması sonrası yerel kadrolarda Refah-İlim Yayma geleneğinin açık bir kriter haline getirilmesi gibi faktörler dikkate alındığında, bu seçim Türkiye İslamcılığı’nın tarihsel olarak en yüksek oy oranına ulaştığı seçim olarak da değerlendirilmelidir. AKP 2002’den 2011’e kadar “merkez”deki boşluğa yerleşme stratejisi izlemiş ve yerleştiği merkezdeki “kitle”leri artık İslamcı siyaset havzasına doğru “farklı eklemleme sratejileri”ni bir büyük İslami anlatı etrafında toplayarak ve kitlelerin bu projeye aktif/pasif rızalarını kazanarak çekmeye başlamış görünmektedir. AKP’nin iktidar/hegemonya ritüelleri açısından son balkon konuşması da bu açıdan iyi okunmalıdır. Hanedan görüntüsü ve Rabia işaretiyle zafer kutlamasını saf siyasal sembolizm içinden yorumlamanın yetersiz olacağı bir evreye girdik. Cumhurbaşkanlığı seçimleri bu açıdan yeni eşiktir. Birinci Cumhuriyet’in tabutuna son çiviyi artık çakabileceğini düşünmektedir.
AKP’nin bir diğer “başarı”sı; aynı anda farklı bölgelerde farklı siyasal duyarlılıkları eşzamanlı olarak yönetebilmesidir. Özellikle 2013 yılında hızlanan “çözüm süreci” sonrasında AKP’nin ilk katıldığı seçim olan Mart 2014 seçimlerinde ortaya çıkan tablo, AKP’nin aynı anda hem milliyetçi-muhafazakar Türk hem de muhafazakar Kürt oylarına eşzamanlı hitap etmeyi sürdürdüğünü göstermektedir. Açılım sonrası ilk seçimde özellikle Doğu Karadeniz bölgesinde korunan yüksek oy seviyesi de buna işarettir.
Elbette belediye meclisi ve il genel meclisi oy oranları dikkate alındığında MHP’nin oylarında da bir artış olduğu göze çarpmaktadır. Buna karşın MHP bu seçimde doğrudan “açılım ve bölünme” temelinde bir kampanya yürütmemiş; aksine AKP’ye yabancılaşan merkez sağ unsurları kendisine çekmeyi planlayan yeni bir strateji izleyerek oylarını arttırmış görünmektedir. Bu açıdan bu seçimde “Kürt Sorunu” çözülürse MHP de biter” mantığının mevcut tablo bakımından geçersizleştiği; “şehit cenazeleri”nin yaklaşık bir yıldır gelmediği süreci izleyen ilk seçimde MHP’nin oylarını arttırmasına bakılarak da söylenebilir. Bunda “açılım”ın hiç etkisinin olmadığı söylenemez; ama kanımca asli etken bu değildir. MHP bu seçimde özellikle Anadolu taşrasında AKP’ye yabancılaşan, ancak sağda seçeneksiz kalan cemaat ve merkez sağ seçmen kitlesinin sığınağı olmuş görünmektedir.
Yerel seçim değil, her yönüyle referandum demiştik. Seçim öncesinde 30 Mart’ı “özerklik” sürecinde bir referandum olarak gördüğünü açıklayan bir diğer hareket ise Kürt Hareketi’dir. Bu açıdan Kürt Hareketi de “ulusal hareket” kapsayıcılığı bakımından daha önceki seçimlere göre elde tuttuğu belediye sayısını arttırmış ve etki sahasını genişleterek hareketin “hegemonya” çerçevesini pekiştirmiş görünmektedir. Seçimin bir kazananı da görünen o ki BDP’dir.
Halk hareketi, 30 Mart’ta sandık yoluyla sokağın dikta karşıtı mücadelesini tamamlamayı ummuş; umut tazelemiştir. Milyonların Haziranca sokak aktivizmini izleyen ilk seçimde bu denli yüksek seçim katılım oranına ulaşılması bunun göstergesidir. Haziran halk hareketinin Cumhuriyetçi dinamiklerinin 30 Mart umudu elbette anlamlıdır; dikkatle değerlendirilmesi gereken mesaj: milyonlar sandık ile sokak arasına bir zıtlık çizgisi çekmemiştir. Bunun bir diğer kanıtı, 30 Mart sonrasında Ankara’da Haziranca birlikteliklerin sandığa sahip çıkma işini de sokaktan üstlenmesidir. Bu açıdan sokak ile sandık arasında ikame ya da zıtlık ilişkisi kuran okumaların sokağı araçtan amaca doğru kaydıran bir “fetişizm”e düşme tehlikesi vardır ve bu “politik” tehlike de önemsenmelidir.
Türkiye’de nizami muhalefet kanallarının tıkanması karşısında ikili muhalefet zaten bir süredir bir yanda tabandan Haziran sokağı; diğer yanda tapeden Aralık istihbarat aygıtları üzerinden ifade edilmekteydi. Diğer taraftan bu seçim AKP’nin krizini çözmediği gibi, tapeden restorasyon çözüm merkezlerinin de krizini derinleştirmiştir; bu açıdan geniş yığınların “aslı varken suretine gerek bırakmayan” bir oyunda tapeden değil tabandan çözümlere yönelmesi mümkündür. Bu, Haziranı bir direnme programı olarak okumak ve bir yönetme seçeneğine dönüştürmek demektir; yollarını ayrıca ama daha çok tartışacağız ilerleyen günlerde. Ama “hamleleri” bitmeyecek olsa da; Atlantik ötesi parlatılan “sığ ve sağ Sarıgül popülizmi”nin cilalarının dökülmesini de; tapeden çözümcülerin halk hareketini denetleyerek RTE meselesini “yukarıdan” çözme projesinin önümüzdeki günlere açıktan “taze umut” bırakamamasını da 30 Mart’ın Haziranca kazanımları arasına yazabiliriz.
Birleşerek çözeceğiz; ama tapeden değil, tabandan birleşerek çözeceğiz; yeni AKP’lerde değil, Türkiye’nin demokratik devriminin toplam programı olarak yeni ve Haziranca bir Cumhuriyet programında birleşeceğiz. Bu yolda esaslı meselemiz öylece duruyor: Atlantikçi, dinselleşmiş, piyasacı merkezlerin eskiyen aktörleriyle yeni sınanan aktörleri dışında bir seçenek ve birleşik muhalefet şimdi bu yüzden daha da büyük zorunluluk.
Bitmiyor; AKP döneminin bu en yüksek katılımlı seçimi başka ne anlama geliyor? Halk hareketi açısından sandık ile sokak arasında zıt ya da ikame bir ilişki var mı? HDP ve Ankara Ortak Sol Aday kampanyası neden “etkisiz” kaldı? Sokağı fetiş haline getirmeyen Haziranca bir direnme programına daha da ihtiyaç duyulacağı günlere ilerlerken ne yapmalı? Bu soruları da önümüzdeki hafta tartışacağız.
6 Nisan 2014
@denizyildirim79