Avrupa Komisyonu’nun raporu bilinçli olarak Gezi isyanının nedenlerine değinmemekte, üstünkörü bir yaklaşım sergilemekte ve esas olarak barışçıl toplantı hakkına değinmekle yetinmektedir Avrupa Komisyonu’nun Türkiye İlerleme Raporu 16 Ekim günü açıklandı. Raporun özü Avrupa Birliği’nin AKP’ye ve kurduğu rejime siyasi desteğini net şekilde ifade etmesidir. Rapordaki eleştirilerin verdiği mesaj ise “Erdoğan hükümeti gidebilir ancak AKP’nin kurduğu […]
Avrupa Komisyonu’nun raporu bilinçli olarak Gezi isyanının nedenlerine değinmemekte, üstünkörü bir yaklaşım sergilemekte ve esas olarak barışçıl toplantı hakkına değinmekle yetinmektedir
Avrupa Komisyonu’nun Türkiye İlerleme Raporu 16 Ekim günü açıklandı. Raporun özü Avrupa Birliği’nin AKP’ye ve kurduğu rejime siyasi desteğini net şekilde ifade etmesidir. Rapordaki eleştirilerin verdiği mesaj ise “Erdoğan hükümeti gidebilir ancak AKP’nin kurduğu rejim varlığını sürdürmelidir” olarak okunabilir. Bu anlamda tam da ülke tarihinin en büyük kitle hareketlenmesi olan Gezi Ayaklanmasının ardından ülkemiz siyaseti ve ekonomisinde büyük role sahip olan Avrupa Birliği’nin yaklaşımını ifade etmesi açısından rapor incelenmeye değerdir. Daha önceki yıllarda eleştiri dozu yüksek şekilde üstten bakıp emir-talimat yağdıran raporlar dikkate alındığında, hem toplumsal meşruiyeti sarsılan hem de ekonomik durum açısından tehlike çanları çalan bir rejime verilen bu destek emperyalizmin önümüzdeki dönemki siyasi hattını anlamamıza imkan sunmaktadır.
Komisyon’un raporunda ülkenin genel görünümü-gidişatı olumlu olarak ifade edilmektedir. Hemen her alanda ilerlemeler mevcuttur, tablo olumludur ancak temel hak ve özgürlüklerde, yargıda ve birçok temel alanda reformlara ihtiyaç vardır. Madem böyle, peki, o zaman insanlar neden ayaklandı? Sistemin her kurumu dökülürken “her şey mükemmel” denilemeyeceğinden “ılımlı ilerleme” sözü tekrar edilip durulmaktadır. Gezi isyanı da yalnızca insanların söz, ifade ve barışçıl eylem özgürlüğü ile açıklanabilir mi? Rapor bilinçli olarak Gezi isyanının nedenlerine değinmemekte, üstünkörü bir yaklaşım sergilemekte ve esas olarak barışçıl toplantı hakkına değinmekle yetinmektedir.
Gezi’den devam edersek, toplumun söz ve eylem hakkına saygı gösterilmemesi, aşırı polis şiddetinin kullanılması, iktidarın toplumu kutuplaştırıcı açıklamalar yapması kınanmaktadır. Ancak AKP’nin rejimi açısından kaygılanmaya yer yoktur. Olumlu yaklaşımlar da vardır. Bakınız, Cumhurbaşkanı ne kadar sakin, uzlaşmacı ve anlayışlı yaklaşmıştır. (!) Polis şiddeti üzerine İç İşleri Bakanlığı soruşturmalar açmıştır, Ombudsman kendisine yönelik başvuruları kabul etmiştir, kimi konular mahkemeye taşınmıştır. Bunların sonucu beklenmeli ve rejim içindeki “anlayışlı” kişilerin yaklaşımı benimsenmelidir. Zaten bu hareket de göstermektedir ki AKP’nin attığı adımlar ve AB reformları sayesinde demokrasi gelişmekte ve sivil toplum hızla canlanmakta ve aktifleşmektedir. Haziranda yaşanan sorun geleneksel siyasetin bu hızlı gelişmeyi yeterince kavramamasından ibarettir. Zaten AB de milyonlarca dolar akıtarak binlerce STÖ’yü desteklemektedir.
Özcesi Avrupa Komisyonu milyonlarca insanın başkaldırısını bu dar sınırlar içinde yorumlamayı tercih etmektedir. Ancak bu bir kavrayış eksikliği midir? Tam tersi, AB mevcut hareketin özgünlüğünü, yerelliğini ve bağımsızlığını net şekilde görmekte ve bundan rahatsız olmaktadır. Milyonlarca Euro aktardığı STÖ’ler hareketi yönlendirecek ciddi bir etkide dahi bulunamamıştır, beceriksiz çıkmışlardır. AB’nin yıllardır desteklediği ve kendi önerdiği reformların yardımıyla yeniden yapılandırılan rejime toplum net şekilde tavır almıştır. Bu nedenle durum sakıncalıdır, rejim korunmalı, rejimin yapılandırılması süreci devam etmelidir, toplumun öfkesi ise yönetici değişiklikleri ve STÖ’lerin güçlendirilmesi ile kontrol altına alınmalıdır.
Ekonomik açıdan da Türkiye gayet beğenilmektedir. Ekonomi politikaları ve kurumlar arası işbirliği, Merkez Bankasının bağımsızlığı, finansal sistemin sağlamlığı övülmektedir. Ancak tüm bu hoşluklara karşın ekonomi fazlasıyla kırılgandır. Olur a, ani bir küresel gelişme olursa ekonominin dayanamayacağı anlaşılmaktadır. Cari açık ve borçlar rekorlar kırmaktadır. 2008’den bu yana ekonomisi kriz içinde olan ve halen çıkış yolu bulamayan, özellikle Güney ve Doğu’daki üye devletler iflasla karşı karşıyayken 5 yıldır aynı neo-liberal tasarruf paketlerinde ısrar eden Avrupa Komisyonu’nun ülkemiz ekonomisini övmesi ne kadar hayırlıdır, tartışmaya açıktır. Ancak anlaşılmaktadır ki Avrupalı ulusötesi tekelci şirketler Türkiye’deki kar oranlarından memnunlar.
Komisyon raporunda Türkiye’nin Suriye politikasını da övmekte, TC Dış İşleri Bakanlığı ile yakın işbirliğinden duyulan memnuniyet ifade edilmektedir. Suriye ile ilgili olarak ise Türkiye’nin şiddetten kaçan sivil halka kapılarını açması ve muhalefete destek vermesi olumlanmaktadır. Suriye’de muhalefetin “muhalifliği” artık net şekilde görülmüşken ve dış politikadaki taşeronluğun ülkemize zararı açığa çıkmışken AB’nin yarım ağızla, ayrıntıdan kaçınarak Türkiye’yi pohpohlaması da dikkate değerdir.
Avrupa Komisyonu ordunun siyasetten uzaklaştırılmasını, 12 Eylül ve 28 Şubat davalarını, Ergenekon davasının sonucunu ve yargı reformlarını olumlu ilerlemeler içinde saymakta ancak daha fazla reform ve daha hızlı bir anayasa yapım süreci talep etmektedir. Özellikle hapishanelerdeki ciddi iyileştirmeler de övülmektedir. (!) Yalnız, yargı sürecindeki yetersizlikler ve savcıların beceriksizlikleri eleştiri konusu yapılmakta, söz konusu siyasi davaların teşhir olmasını sağlayan beceriksizce tutumlar-hatalar nedeniyle fırça çekilmektedir. AB davalara ve hukuksuzluklara değil işleyişteki saçmalıkların açığa çıkmasına bozulmaktadır. Son demokratikleşme paketi de övülmekte ancak diğer toplumsal kesimlere daha fazla danışılması tavsiye edilmektedir. Dolayısıyla Avrupa Komisyonu açısından yargı-hukuk konusu ortaya karışık şeklindedir. Yargının işleyişi ve reformlarda ısrar övülmekte ancak temel haklar ve özgürlüklerde halen belirli sıkıntılar yaşandığı tespiti yapılmaktadır.
Avrupa Komisyonu diğer tüm konularda olduğu gibi Kürt meselesindeki gelişmeleri de olumlu bulmaktadır. Son paket de önemli haklar içermektedir ve devamı gelmelidir. Lakin Uludere’nin failleri bulunsa ve KCK vb davalardaki tutuklu gazeteci, avukat, sendikacı gibi kamuoyu önünde tanınan ve davaların teşhirinde etkili olan kişiler olmasa herhangi bir sorun teşkil etmemektedir. AB’nin yerel özerklik ve azınlık haklarında eskiden olduğu gibi hararetli olmadığı bu dönemde Kürtlerin ulusal taleplerine bu kadar sınırlı yer vermesi not edilmesi gereken bir konudur.
Avrupa Komisyonunun sendikalar ve çalışma yaşamında da söyleyecek sözü vardır. Yeni sendikalar ve toplu iş ilişkileri yasası da olumlu bir adımdır ancak işçilerin pazarlık gücü ve grev hakkı biraz daha geliştirilirse iyi olurmuş. Tabii hükümetin açıktan kırdığı grevlere herhangi bir değini yok.
Avrupa Komisyonu övgüde ve destekte hızını o kadar alamıyor ki 4+4+4 eğitim sistemini dahi destekliyor. Ancak okula yeni başlayan çocuklar için uygun müfredatın hazırlanmaması eleştiriliyor.
Komisyon kadınları da unutmamış, kadınların çalışma yaşamına katılımı az bulmakta, çalışan kadınların önemli bir bölümünün ücretsiz aile işçisi olduğuna işaret etmekte, işsizler arasında kadınların fazlalığına vurgu yapmakta ve kadınların çalışma yaşamına daha fazla katılması için “esnek çalışma modellerinin” geliştirilmesini tavsiye etmektedir. Avrupa Komisyonu merak etmesin, AKP bunun için hazırlıklara çoktan başladı.
Komisyonun raporunda bir diğer ilgi çekici konu ise enerji politikasına özel önem vermesidir. Türkiye hem iç enerji piyasasını liberalleştirdiği ve verimli hale getirildiği için övmekte hem de başta Azerbaycan olmak üzere Avrupa’ya enerji aktarım hattında Türkiye’nin rolüne değinmekte ama enerjinin aktarımının güvenliği açısından daha fazla adım atması istenmektedir.
Toparlarsak, Avrupa Komisyonu, AKP’nin kendisine verilen ev ödevlerini yerine getirmesinden memnun. AKP’nin rejiminin en sarsıldığı dönemde politik desteğini açıkça sunmaktadır. Ancak başbakanından savcılarına ve bürokratlarına rejimi ciddi şekilde beceriksiz buldukları anlaşılmaktadır. Makyajlar hemen dökülmekte, yapılanlar ele yüze bulaştırılmakta, açığa çıkan kriz ve sorunlar usulüyle çözülememektedir. Onlarca reform paketi ve siyasi mahkemelerle yıllardır oluşturulan rejim gelecek vaat etmemektedir. Dahası rejimin meşruiyetini sağlaması için milyonlarca Euro aktarılan STÖ’ler de artık eski etkinliklerini yitirmektedir. Ancak Avrupa Birliği açısından bu rejim devam etmelidir, korunmalıdır, bu nedenle vitrinin değişimi gündeme alınabilir.
* Eren Korkmaz
DİSK Tekstil İşçileri Sendikası
Örgütlenme ve Uluslararası İlişkiler Daire Müdürü