Haziran Ayaklanması’nın sürekliğinin nasıl sağlanabileceği, nitelikçe nasıl ilerletilebileceği ya da devrime nasıl bağlanabileceği hakkında her gün yeni yorumlar çıkıyor. Bunlar arasında ufuk açıcı analizler kadar, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz rap rap” makamında veya sivil toplumculuğa davetiye çıkaran yazılar da var. Radikal Kitap ekinin geçen haftaki sayısında çıkan Semih Gümüş’ün “Sosyalizm anlayışı nasıl değişiyor?” (Radikal Kitap, 02.08.2013) […]
Haziran Ayaklanması’nın sürekliğinin nasıl sağlanabileceği, nitelikçe nasıl ilerletilebileceği ya da devrime nasıl bağlanabileceği hakkında her gün yeni yorumlar çıkıyor. Bunlar arasında ufuk açıcı analizler kadar, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz rap rap” makamında veya sivil toplumculuğa davetiye çıkaran yazılar da var. Radikal Kitap ekinin geçen haftaki sayısında çıkan Semih Gümüş’ün “Sosyalizm anlayışı nasıl değişiyor?” (Radikal Kitap, 02.08.2013) başlıklı yazısı da bunlardan biri. Edebiyata dair değerli yorumlarından çok şey öğrendiğimiz eleştirmenimizin tamamen siyasetle ilgili bu defaki yazısı hakkında ne yazık ki aynı şeyi söyleyemiyoruz.
Devrim mi, reform mu?
Yazar, klasik komünist hareketin devrimden hep şiddet yoluyla iktidarın el değiştirmesini anladığını, “bunun dışındaki değişim mücadeleleri”nin ise, “devrimci olmayan, reformcu düşünceler olarak nitelendiği”ni belirtiyor. Kendi alternatifi ise şöyle:
Bugün şiddeti dışlayan, iktidarı amaçlamayan ama sistemi adım adım çütütecek-hiç kuşkusuz uzun zamanlı- bütün düşünceler devrimcidir (aç-SG) David Harvey’in Asi Şehirler’de üstünde durduğu kemirgen teorisi, bu anlamdadır. Sistemi kemirerek işleyemez hale getirmek, onun çöküşüne katkıda bulunur, kemirenler tarafından çökertilemese de.”
Dört dörtlük bir reformist yol: Çünkü iktidara dokunmadan atılacak ufak tefek adımlarla kapitalist sistemin çürütülebileceği ve yıkılabileceği hayalini taşıyor. Oysa bunun mümkünatı olsa şimdiye kadar kim iktidarla, silahlı devrimle uğraşırdı ki? Eğer kapitalist devletin ordusundan polisine kadar neden şiddet araçlarıyla yüklü olduğunun cevabını biliyorsak, sistemi çökertecek “kemirgenler”e ne yapacağını, en azından göz yumup yummayacağını da biliyoruzdur. Karşımızda silahlı devrimlerle kazanılmış iktidarları dahi geri almak için (Soğuk Savaş esprisi) on yıllar boyunca yapmadığını bırakmamış bir uluslararası burjuvazi/emperyalizm olduğunu unutmamamız gerekiyor.
Aslında bu tartışma Marksizmin doğuşu kadar eskidir. Marx, Engels ya da Lenin’in devrimin neden reformlar yoluyla değil de şiddete yoluyla gerçekleşebileceği hakkında söylediklerine ekleyecek bir şey bulmak zor. 1850 yılına geldiğinde (1848 devrimlerinin de gösterdiği gibi) devrimle şiddet arasındaki ilişkiyi çözmüş ve kararını vermiş bulunuyordu Marx. Şiddete tapanlardan reformları ve barışçıl eylemleri reddetmemekle ve devrimde nesnel ve öznel koşulları birlikte hesap etmekle ayrılıyordu ama başka bir yol olmadığını da somut devrim örnekleri üzerinden gösteriyordu. Fransa’da ütopik sosyalistler kooperatifler ve benzer yollarla toplumsal sorunu çözmeye çalışmışlardı. Marx’ın onlara ütopyacı demesinin bir nedeni de DEVLETİ mesele yapmamalarıydı. Marx’tan sonra Bernstein’le, Kautsky’le, “Austro-Marksist”lerle (vs.) tartışmalar hep bu nokta üzerinde cereyan edecektir. Devrimci Marksizm (-Leninizmle) ile Sosyal Demokratlar, sağ oportünistler ve modern revizyonistler arasındaki bölünmeler sırasında da bu değişmedi.
“Kemirgen teorisi”nin bugünün dünyasında geçerli olabilmesi için kapitalist sistemin veya onun devlet olarak örgütlenmiş hâkim sınıfının doğasının değişmesi gerekir. Yani, silahlanma ve militarizmden vazgeçilmesi, ordu ve polis gibi kurumların kaldırılması, toplumsal dönüşümün bir yarışa dönüştürülmesi gibi.
Küreselleşme karşıtı antikapitalist hareketin hali
Klasik toplumsal mücadelelerden değil, Gezi’yi de dâhil ettiği yeni toplumsal hareketlerden yola çıkıyor S. Gümüş. Bu hareketlerin güçlerini yığınsallıklarından, yığınsallıklarınıysa siyasal bir hareket olmamalarından aldıkları düşüncesinde. Geriye kalan “tek sorun” da giderilirse her şeyin yoluna gireceğine inanıyor:
Küreselleşme karşıtı antikapitalist hareketin tek sorunu sürekliliğinin olmayışı. Oysa öylesine güçlü bir hareket, sistemi bugün içinden çıkılması güç bir hale getirilebilirdi.”
Sözü edilen hareketin “tek sorunu”nu sürekliliğinin olmamasına indirgemek oldukça eksik bir yaklaşım. Küreselleşme karşıtlarının ancak bir kısmının antikapitalist (antikapitalistlikleri de tartışmalı) olduğunu bir kenara not etmek gerekiyor. O kadar “konu odaklı” hale getirilmiş ve parçalara ayrılmış bir hareketin birimleri arasında ne örgütsel, ne de ideolojik-siyasi bir bütünsellik sağlamak mümkün. Üstelik merkezsiz ve hiyerarşiyi reddeder tarzda örgütleniyorlar, Ford/Rockefeller gibi tekellerden fon alıyorlar, içlerinde ajanlar cirit atıyor, sağa sola çekilmeye müsait bir yapıları var falan filan…
Küreselleşme karşıtı antikapitalist hareketin ortak bir hedefi, örgütlenme anlayışı, program ve stratejisi yok ve içindeki tartışmalar da kolay sonuçlanabilecek gibi gözükmüyor. Onların kendi içlerindeki tartışmalar da dönüp dolaşıp, S. Gümüş’ün “klasik komünizm düşüncesi”ne mal ettiği eski tarz devrimcilik ile yeni toplumsal hareketlerin reformizmine geliyor. “Başka bir dünya mümkün!” Elbette, ama hareketin çoğu bölüğünün iktidarı ele geçirmek, uluslararası tekelleri ve bankaları işlevsiz kılmak gibi bir sorunu yok. Büyük devletlerin aşırılıklarını sınırlamak, saldırılarını etkisizleştirmek, kapitalizmi insanileştirmek, ‘otonomi’ alanlarını genişletmek onlara yetebiliyor. İktidarın ve siyasi amaçların dışında kalınarak, yırtıcı tekellerin ve modern silahların gölgesinde “antikapitalist” projelerin nasıl hayata geçirileceği ise sır olarak kalıyor. Sanki Gezi’deki üç-beş çadıra ve pankarta bir ay bile tahammül edemeyen iktidarların ve polislerin olduğu bir dünyada yaşamıyoruz.
Şaha kalktığı dönemlerde devasa bir potansiyel oluşturan yeni toplumsal hareketlerin devrimcileştirilmeleri üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir mesele. Ancak devrimcilik-reformistlik tartışmasını ve sınıf temelli/örgütlü toplumsal harekete eklemlenmelerini dert edinmeden sonuç almak da mümkün gözükmüyor.
Sui misal emsal olur mu?
Yazar süreksizliğinden şikâyet ettiği antikapitalist harekete tarihsel dayanak ararken, “1980’de kurulmuş ve Polonya’da sosyalizmin 1989’daki çöküş başlangıcından önce iktidarı sallamaya başlayan bir işçi hareketi olan Solidarnosc”ı hatırlıyor ve büyük bir güce ulaşmış bu hareketin otoriter bir rejimi devirmesini emsal gösteriyor.
Bilindiği gibi, Sovyetler Birliği’nin desteğiyle ayakta duran Polonya’daki revizyonist bürokrasi olsun, bu iktidara karşı büyük bir sendikal muhalefet hareketi olan Solidarnosc olsun sosyalist değildi. Aslında Solidarnosc işçi sınıfının iliklerine dek çürümüş revizyonist bürokrasiye karşı tepkisini kendi antikomünist amaçları doğrultusunda kullanan gerici bir hareketti. Kapışmanın arka planında revizyonist Doğu Bloku ile kapitalist Batı Blokunun patronları vardı. İşçi sınıfını sürükleyen sendika geniş bir halk desteğine sahipti, ama arkasında sadece Batı burjuvazisinin ve Vatikan’ın değil, oldukça güçlü Polonya Katolik Kilisesi’nin ve antikomünist entelejensiyanın bulunduğunu unutmamak gerek. Gittikçe büyüyen hareketin askeri darbeyle bile bastırılamamasının bir nedeni da, peş peşe yanlışlar yapan ve çıkmaz içindeki iktidarın derin bir kriz içinde yüzüyor olmasıydı. Nitekim Doğu Bloku’nun çöküşü buradan başlayacak, Berlin Duvarı’ndaki ilk çatlak Polonya cephesinde açılacaktır. İstisnai koşularda gerçekleştiği için hareketin gücü yalnız Dayanışma’nın başarısı açısından değil, aynı zamanda uzun bir geçmişi olan Soğuk Savaş’ın son perdesi olarak değerlendirilirse doğru anlamlandırılabilir. Polonya’nın ardından Doğu Bloku ülkelerinin bir bir çökmeleri, hatta SSCB’nin parçalarına ayrılması asla tesadüf değildir.
Solidarnosc için (siyasi amaçlı olmadığını ima etmek için olsa gerek), “Ne piyasa ve kapitalizm yanlısıydı, ne demokrasi ve özgürlük hareketiydi ne de ‘insan yüzlü sosyalizm’ peşindeydi” deniyor. Oysa sonuna kadar siyasi amaçlı ve “piyasa ve kapitalizm yanlısı” bir hareketti. Kapitalist gelişmenin önündeki baraj kapaklarını sonuna dek açmaktan yana, “özyönetim”ciliğin, sendikalaşma ve “işçi hakları” gibi maskelerin ardına gizlenmiş bir karşı devrim hareketiydi. Reagan’dan, Thatcher’e kadar bütün emperyalist elebaşılar tarafından hem siyasi-diplomatik açıdan, hem de en modern matbaasından televizyon istasyonu kurulmasına, milyonlarca dolar aktarılmasına kadar illegal yollardan desteklenmiştir.
Dolayısıyla günümüzün eski ve yeni toplumsal hareketlere örnek gösterilebilecek bir hareket değildir. Polonya örneğinden çıkarılacak asıl ders, kendi sınıfının öz siyasetine ve öncü örgütüne sahip olmayan bir hareketin her halükarda kaybedeceği, başkaları tarafından kullanılmaktan kurtulamayacağıdır.
Son durak: sivil toplumculuk
Gramsci’nin 1930’larda yaptığı sivil toplum tahlilleri ilkin Lenin sonrası Marksizmin geliştirilmesi kisvesi altında kendilerine sığınak arayan Avrokomünist partiler tarafından gündeme taşınmıştır. 1960’lardan itibaren proletarya diktatörlüğü ve devrim stratejilerinden büsbütün vazgeçerek kapitalist toplum içinde muhalefet rolü oynamaya soyunan bu partilerin liderlerinden bazıları, Gramsci’nin sivil toplum ve hegemonya yorumlarını kendilerine basamak yapmışlardır. Tuhaf bir çakışmayla revizyonist Doğu Avrupa ülkelerindeki yeraltı muhalefetleri de Gramsci’nin bu konudaki tezlerinden yararlanmaktaydılar. Hatta Polonya’daki gelişmeler esnasında güncel tartışma odağı haline gelmişti.
Stratejisini tedrici ve yavaş gelişecek “yeni evrimcilik” üzerine kuran Dayanışma Sendikası, 1981 ve sonrasında darbeye rağmen toplumdaki hegemonya alanının genişliğiyle revizyonist iktidarı bertaraf etmeyi başarmıştı. Daha sonraysa ileri kapitalist ülkelerde gelişmeye başlayan yeni toplumsal hareketlerle (barış hareketi, çevrecilik, feminizm, eşcinsel hareketi vs.) birlikte boy gösteren postmarksist teorisyenler (E. Laclau, C. Mouffe) ve diğer bazı sapkın Marksistler, Gramsci patentli hegemonya teorisini yeniden piyasaya sürerek, bu hareketleri sivil toplum çuvalına sığdırmaya kalkıştılar: Tabii siyasi iktidarı ele geçirme ve sosyalizm mücadelesi iddiasını terk edip, yerine toplumun çoğunluğunu ilgilendiren sorunlardan hareketle bir karşı hegemonya oluşturma çabasını koyarak…
Semih Gümüş’ün, D. Harvey, S. Giri gibi yazarları “biraz” değiştirerek, ya da kimi eklemeler yaparak öne sürdüğü “devrim anlayışında devrim” veya siyaset üstü sivil direniş önerileri bu tarihsel arka plan hatırlanmadan anlaşılamaz.
Yazının sonundaki hülasa bu bağı kurmamızı sağlayabilir:
“Tam anlamıyla sivil bir hareket, siyasal amaçların dışında kalarak, iktidarı amaçlamadan, milyonlarca insanın ortak çıkarları neyse onları önüne koyarak, baş edilmesi olanaksız bir güç durumuna gelebilir.” “Sistemde çatlaklar yaratmak ve sistemi küçük küçük kemirmek, gene söyleyelim, devrimci bir değişiklik yaratmaz ama devrim stratejilerinden çok daha etkili olabilir” (aç-SG)
Siyasal devrim (toplumsal devrimin zaruri önkoşulu), yani burjuva devletin yıkılıp yerine devrimci bir iktidarın kurulması sorun edilmiyor. Aksine, “siyasal olan”a dokunulmadan “toplumsal ilişkilerdeki değişim” gerçekleştirilmek isteniyor. Daha doğrusu değiştirilebileceği sanılıyor. Gerek Gezi-Taksim direnişinin etkin özneleri, gerekse küreselleşme karşıtı hareketler için, “siyasal amaçların dışında kalarak, iktidarı amaçlamadan” “baş edilmesi olanaksız bir güç” durumuna gelmeleri önerisini böyle okumak gerekiyor. Üstelik o kadarla kalınıyor; daha ötesi, yani kapitalizmden sonrası diye bir şey de var mı bu belli değil. Yukarıda sözünü ettiğimiz sivil toplumculuğun özü de bu zaten: Siyasi iktidar meselesini atlayıp, kapitalist bir düzen içerisinde demokratikleşmek.
Kapitalizmin ve sınıfların ortadan kaldırılmasını, yani gerçek eşitliği ve özgürlüğü istiyor muyuz/istemiyor muyuz? Bütün mesele burada oysa. Engels’in yaklaşık 150 yıl önce söylediği gibi: “Devrim en yüce siyasal eylemdir ve devrim isteyen kişi onu gerçekleştirme aracını… siyasal eylemi de istemek zorundadır.” (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, Sol Yayınları, C.2, s.295)
Görülüyor ki tartışma yeni, önerilen yol yeni değil. Ütopik sosyalistlerin, Proudhonistlerin, anarşistlerin, Avrokomünistlerin, postmarksistlerin bir tarafta, Marx, Engels, Lenin ve takipçilerinin bir tarafta yer aldıkları tartışma dönüp dolaşıp yine aynı noktaya geliyor. Önümüze yeni sosyalizm anlayışı diye getirilen şey, en az Marx-öncesi sosyalizm kadar eski.