Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Medeni Yıldırım, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, İrfan Tuna ve Dora Özer için! Devletin doğuşunu anlatan kadim bir anlatı vardır siyaset teorisinde. Hikaye kabaca şöyledir: toplum sözleşmesi diye adlandırılan bir uzlaşmayla insanlar, güvenlikleri için (fakat her zaman daha önemli olan mülkiyetin korunması olmuştur) tüm güç ve yetkilerini tek bir otoriteye devrederek/bırakarak […]
Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Medeni Yıldırım, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, İrfan Tuna ve Dora Özer için!
Devletin doğuşunu anlatan kadim bir anlatı vardır siyaset teorisinde. Hikaye kabaca şöyledir: toplum sözleşmesi diye adlandırılan bir uzlaşmayla insanlar, güvenlikleri için (fakat her zaman daha önemli olan mülkiyetin korunması olmuştur) tüm güç ve yetkilerini tek bir otoriteye devrederek/bırakarak devleti ve politik toplumu kurmuşlardır. Öncesinde her insanın bir diğerinin kurdu olduğu (homo homini lupus) doğa durumu yerini teolojik tüm tabuların yeryüzüne indirildiği, dünyevileştirilmiş ilahi kanunlarla (Schmitt) düzenlen fakat kesinlikle adaletli olmayan yeni bir sisteme bırakır. Gündelik yaşamımızı, tüm öznelliğimizi, doğrudan yaşam biçimimizi belirleyen; mülkiyetin esas itibariyle ve tam anlamıyla sadece egemen için korunduğu, şiddetin meşru şiddet tekeli kavramı altında halka zulüm için kullanıldığı, doğa durumundaki öldürme hakkının egemen tarafından devam ettirildiği (bkz. Ethem’i vuran polisin, palalı saldırganın serbest bırakılması) ve tüm bu tarihsel süreçte ezilenleri, ötekileri, dışlananları, yası tutulamayanları vs. ortaya çıkaran bu sistem, yüzyıllardır birbirine benzer formlarda fakat aynı paradigmayla varlığını sürdürmektedir. Farklılıkların korunduğu bir toplumsallığa içkinliğin değil, kapitalizmle uyum içinde, egemenin aşkınlığının devreye sokulmasıyla kurulan bu egemenlik anlayışı, çeşitlilik gösteren tüm biçimleriyle insanları sadece hükümranlığın ve onun kâr-sömürü mekanizmasının birer parçası olarak görür. Dolayısıyla ona verdiği önem bundan ibarettir: Yaşam ve beden, her zaman iktidar ve onun kâr hesapları için varolagelmiştir.
Öyleyse Haziran direnişinin AKP’nin tüm otoriter uygulamalarına itiraz etmekle beraber böylesi kurulu bir düzene de başkaldırdığını söyleyemez miyiz? Hatta daha da ötesinde, direnişin özneleri tarafından ortaklaşa adı konulmasa ve üstü kapalı da olsa, başka türlü bir sözleşmeyi, başka türlü bir siyasal bütünlüğü, bir aradalığı istediğimizi ifade etmiyor muyuz? Fransız filozof Gilles Deleuze’ün deyişiyle, farklı toplumsallık türlerinin bir araya geldiği ve her birinin bir diğerinin kendine özgü dünyasına saygı duyduğu bir beraberliği, bir-aradalığı istediğimizi dillendirmiyor muyuz? Bu sadece demokrasi talebi değil. Bu başka türlü bir varoluş biçiminin, başka türlü bir politik bilincin, başka bir türlü bir hakikat rejiminin, başka türlü bir dünyanın inşası demek. Toni Negri, Türkçe’de yeni yayımlanan bir kitabında şöyle diyor: “Bir kez daha vatandaşların iktidara boyun eğdirilmesi sahte bir evrensel inşayla gerçekleşir. Gerici köstebek iyi kazmıştır.” İnsanlar yüzyıllardır böylesi bir gerici köstebeğin kazdığı çukurlarda, boyun eğdirilerek, zulüm ve sömürü altında yaşamaktadırlar. Ve tüm bunlar sahte evrensellikler yaratılarak yapılmaktadır. AKP de bu büyük toplumsal ve siyasal mühendislik projesini kendi sahte evrensellerini topluma dayatarak gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Öyleyse bizler sadece AKP’den değil, bu düzenin kendisinden de bıktık diyemez miyiz? Eğer böyleyse, direnişin içeriği gerçekten de sadece demokrasi talebi değildir. Demokrasiyi sandığa bağlayan otoriter yönetimlere karşı direniş, aynı zamanda bir inşa sürecini, özgürlükçü ve eşitlikçi başka bir siyasal yaşam biçiminin inşasını ifade eder. Nitekim mahallelerde yapılan çalışmalar, doğrudan demokrasi örneği denilen forumlar, böylesi bir motivasyona sahip değil mi? İnsanların politik özneler olarak sahneye çıkması (sokak -tam da olması gerektiği gibi- böyle bir işlev görmüyor mu?) hem alternatif bir bir aradalık motivasyonunu ve bu motivasyonun büyüttüğü politik bilincin inşa sürecini hem de direnişin nedeninin özneleriyle özdeşleştiğini ifade eder. Dolayısıyla şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: direnişin nedeni sadece AKP ve otoriter uygulamaları değildir. Direnişin asıl nedeni ve kökeni halktır, bu direnişin özneleridir. Tüm direnişçiler süreç içinde direnişin kökeni haline gelmişlerdir. Bu direnişin anlamını bilmek ve onu derinleştirmek, sözü edilen politik inşa ile eşsüremli ilerler. Direniş “hak”tır ve bizler hala en meşru hakkımızı kullanıyoruz.
2. Diğer yandan, direnişin altmetninin politik bir aradalıkla ilgili bu etkileyici içeriği, AKP’yi bir çeşlit egemenlik krizine sürükledi. Sadece krizi yönetme ya da yönetim krizi değil ve fakat direnişin egemen için konumlandırılması problemin ta kendisi. Nedeni şu: AKP bizlere mevcut kapitalist sistemde hukukun bizzat (koruyucu) şiddet içeren karakterini çok iyi gösterdi. Burada kastedilen sadece direnişçilere hukuk yoluyla uygulanan şiddet değil, mevcut hukuk düzeninin “egemen”in siyasal iktidarını devam ettirmesini sağlayan şiddet biçimlerinin toplamı. Bir diğer deyişle bizler bu süreçte egemenin hukukla ulaşabildiği uzamın tümünde hukukun kurulu iktidarı devam ettirmeye yarayan karakterini ve bizzat kendisinin “şiddet” olduğunu çok açık bir şekilde gördük. Ali Can Sünnetçioğlu ve daha birçok arkadaşımız tutukluyken, eli palalı, doğrudan insanların vücut bütünlüğüne, yaşama haklarına saldıran insanların serbest bırakılmaları, gözaltı ve şiddet uygulamaları sözü edilen durumun örnekleri sadece. Bunlar bize (egemenin hukukla olan ilişkisi üzerinden) bir krizin ipuçlarını sunuyor. Mesele şu: Yukarıda sözünü ettiğimiz egemenlik anlayışı, hukukla elinin uzanabildiği her alana ulaşarak o alanı içlemek ister. Bu onun egemenliğinin görünüşte meşru dayanağını sağlayan ikiyüzlülüğüdür aslında. Hatta egemen kendisi için tehlikeli olan şiddeti bile, bu yolla, kendi hukukuyla içleyerek etkisiz hale getirebilir. Öyleyse burada önemli olan egemeninin hukukunun alanıdır diyebiliriz. Bu alan içinde kaldıkça her şey egemenin yasal görünen yetkisine ve uygulamalarına tabidir. Buradan çıkan sonuç şudur: egemen asıl hukuk dışı olandan korkmaktadır. Kendi hukuk düzeni tarafından içlenemeyecek, ona sığmayacak olan egemen için korkutucu olandır. İşte bu noktada devreye direnişin karakteristiği giriyor. Haziran direnişi sahip olduğu temel motivasyon nedeniyle egemenin hukuk düzenine sığmıyor. İnsanlar sadece AKP’ye değil, düzenin ve bu politik bütünlüğün dayatmalarına, ikiyüzlülüklerine, aldatmalarına karşı çıkıyorlar (Nasıl “mesele sadece ağaç değil” deniyorsa, “mesele sadece AKP de değil” diyebiliriz öyleyse.). Diğer tarafta AKP içinse direniş esasen egemenin hukuksal düzenine ait olmak zorunda. Dolayısıyla direnişin bu aynı zamanda kitlesel yapısı, AKP’nin yönetme anlayışına kısa devre yaptırıyor. Başka bir deyişle AKP kendi hukuksal düzeni içinde direnişi nasıl konumlandıracağını bilemiyor. Egemenin üstünü en fazla örtmek istediği şey bu şekilde açığa vurunca da egemen şiddet en formal ve en sert biçimleriyle ortaya çıkıyor. Demokrasilerde sandığın önemini vurgulayan, mücadelenin sandıkta olması gerektiğini dillendiren ikiyüzlü ifadeler de hep bu yüzden.
Sonuç olarak direnişin (ya da politik etkisinin) sürekliliği tam da bu nedenlerle çok önemli: AKP’nin dolayısıyla da liberalizmle özdeş egemenlik anlayışının açmazlarını görmek ve bunları birer fırsata çevirebilmek için.