“Arkadaşım çok güzel maaş alıyorsun. O kadar maaş almana rağmen, asgari ücretli ne yapsın peki, sen gitmişsin orada grev yapıyorsun. Ne hakkına senin? Neymiş bir buçuk milyar maaş alıyormuş yetmiyormuş. Ayağını yorganına göre uzat arkadaşım! İki yiyeceğine bir ye bugün…” (16. görüşmeci-İşçi) Yukarıdaki sözler herhangi bir patronun ağzından değil, Konya Organize Sanayi Bölgesi’nde esnek/güvencesiz çalıştırılan […]
“Arkadaşım çok güzel maaş alıyorsun. O kadar maaş almana rağmen, asgari ücretli ne yapsın peki, sen gitmişsin orada grev yapıyorsun. Ne hakkına senin? Neymiş bir buçuk milyar maaş alıyormuş yetmiyormuş. Ayağını yorganına göre uzat arkadaşım! İki yiyeceğine bir ye bugün…”
(16. görüşmeci-İşçi)
Yukarıdaki sözler herhangi bir patronun ağzından değil, Konya Organize Sanayi Bölgesi’nde esnek/güvencesiz çalıştırılan bir işçinin ağzından, o sırada direnişte olan Tekel işçilerine yönelik dökülmüştür. Araştırmacı yazar Yasin Durak, tam da yukarıda ifade edilen şükretme-tevekkül kültürünün sınıfsal önemini araştmak ve Konya’daki işçi sınıfının dindar-muhafazakarlıkla ilişkisini incelemek amacıyla Konya Organize Sanayi Bölgesi’nde işçi, işsiz ve işverenlerle sözlü görüşmelerde bulunmuştur. Araştırma, neo-liberal İslamcı bir iktidar projesi olan AKP ile birlikte gelişmeye başlayan dindar-muhafazakar politikaların; bir manipülasyon aracı olarak sınıf ilişkilerine etkisini kültürel öznitelikleri ile muhafazakarlığın sembol kenti olarak tartışılan Konya’da gerçekleştirmiştir.
Neden Konya?
Konya, AKP iktidarı ve temsil ettiği liberal İslamcı blok açısından sadece %70 oy oranı anlamına gelmiyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarından bu yana, kesin çizgilerle tarihsel bir ayrım yapılmasa da “dindar kimliği” ile bilinen bir kent olan Konya, Anadolu’nun herhangi bir kentinde görülebilecek, sıradan taşra tutuculuğundan devşirilen, motive edilen ve Erbakan’lı yıllar ile kurumsallaşmaya başlayan “İslamcılığın kalesi” haline gelmiştir. Konya, 1969’da Necmettin Erbakan’ın bağımsız milletvekili seçilmesiyle başlayan Milli Görüş hareketi ile kurumsallaşan “dindarlık” kimliğinin yanına; 6 Eylül 1980’de yapılan ve sayısı yüzbinleri aşan ve saldırgan bir şekilde gerçekleşen, şeriat talepli, Kudüs’ü Kurtarma Mitingi ile bir de “yobazlığı” eklemiştir. Konyalıların hala “kabullenmediği” bu kimlik, 90’lı yıllarda Refah Partisi ile yeniden ortaya çıkmıştır. Dini propagandaların, günlük hayata işlediği, radikal bir hal aldığı bu yıllarda; İslamcılığın uzlaşmacı/ılımlı eğilimleri de güçlenmeye başlamıştır. 28 Şubat ile romantik-radikal İslamcılığın tasfiyesiyle ilerleyen süreç; ılımlı İslamcı hareketin, dinci refleksi rasyonel-ekonomik hedeflerle yumuşatmasıyla güçlenmiştir. Bu aynı zamanda Konya açısından “laik-elitlerin” modernleşmesine bir karşı çıkış olmuş, AKP’nin kurulmasından da önce Konya’da neo-liberalizme göz kırpan muhafazakar bir kitle oluşturulmuş; Konya modern-muhafazakar ve neo-liberalizme uyumlu bir yaşam biçiminin nasıl yaratılacağının adeta bir denemesi olmuştur. Günümüz koşullarında görülen ise, Konya’nın dindar-muhafazakar manipülasyon ve yaşam biçiminin bir sembolü olduğudur. Kısacası Konya’yı incelemek, sosyal-kültürel ve ekonomik ilişkiler açısından AKP Türkiyesi’ni incelemektir.
Kültürel hegemonyanın Türkiye anahtarı: Dini muhafazakârlık
Karl Marx; üretimin örgütlenebilmesi için, emeğin sermaye birikim sürecine entegrasyonunun organize edilmesi gereğini ortaya koymaktadır. Her birikim rejimi, kendisine uygun bir düzenleme tarzı geliştirmek zorundadır. Kapitalist sistemin 70’lerde girdiği kriz, çözüm olarak; üretim ilişkilerinde esnekleşme, taşeronlaş(tır)ma, özelleştirme yöntemlerini sırtında taşıyan neo-liberal sistemi doğurmuştur. Dönemin “esnekleşme” ile özetlenebilecek bu birikim rejimi, küçük işletmelerin yaygınlaşması, üretim sürecinin parçalara ayrılması özelliklerinden kaynaklı; büyük ölçüde insan ilişkilerinin, enformel ilişki ağlarının hakimiyetine dayalıdır.
Türkiye’nin neo-liberalizmle asıl kucaklaşması, 1980 darbesinden sonra yapılan hızlı dönüşümlerle gerçekleşmiştir. Bu durum, işçi-işveren ilişkilerinde doğrudan sömürüyü hakim kılmış ve işçi sınıfına yönelik pasifikasyonu hızlandırmıştır. ’80 sonrasının somut ekonomik ve politik koşulları, işçi sınıfının elindeki sendikal mücadele vb. alanları daraltmıştır. Sistemin devamlılığını artık sadece hukuki ve siyasal üstyapı değil, ideolojik-kültürel üstyapı alanları da sürdürmektedir. Yani, egemenliği elinde bulunduran iktidar bloğu; işçi sınıfını sadece ekonomik tahakküm altına almakla kalmamış, özellikle bu dönemde kültürel hegemonya projesi ile bağımlı sınıfın rızasını elde etmeye yönelik çalışmaya başlamıştır. Bu iktidar bloğunun merkezi ise dindar-muhafakar burjuvazidir. Ancak 12 Eylül 1980 sonrasından 1990’lara kadar süren politik atmosfer, bu iktidar bloğunun rızaya dayalı hegemonya biçimini başarılı bir şekilde sürdüremediğinin kanıtıdır. Dindar-muhafazakarlığın açmazına ise 28 Şubat müdahalesi yetişmiş; 90’ların “radikal” ve “sistemin ihtiyaçlarına cevap vermeyen” Milli Görüş geleneğinin yerini bugünün AKP’sinin ana damarlarını oluşturan “muhafazakar demokratlık” uzlaşısı almıştır.
Bugün ise, AKP iktidarının temsiliyeti ile karşımıza çıkan muhafazakar kültürel hegemonya projesi, çalışma ilişkilerinde de kendine meşruiyet alanları yaratmaktadır.
Amaç ve araç olarak din
Kültürel hegemonyanın sınıf ilişkilerinde sürekliliğini amaçlayan iktidar bloğunun ortaya koyduğu “dünya görüşü” önemlidir. Kültürel hegemonyanın gerçekleşebilmesi için, bu bloğun liderleri kendi dünya görüşleri ve çıkarlarının toplumun genel çıkarları olduğuna inandırmak zorundadır. Türkiye’de dünya görüşlerinin temelini dindar muhafazakarlığın oluşturduğu burjuvazi ise, “kazanç peşinde olmasını” dini ve milli gerekçelerle açıklamaktadır. Konya Organize Sanayi Bölgesi’nde araştırma yapan yazara verilen işveren yanıtlarının nerdeyse hepsinde işverenler; istihdam yarattıkları ve meslek edindirdikleri, üretim gerçekleştirdikleri, ülkeye ihracat ve girdi sağladıkları, ülkenin kalkınması için vergi ödedikleri ve yatırım yaparak ekonomik sorumluluğun altına girdiklerinden kaynaklı; yaptıklarının sadece kendileri için değil; “tüm toplumun çıkarları için” olduğunu dini (İslam aleminin çıkarları) ve milli (ülkenin çıkarları) meşruiyet temellerine dayandırmaktadırlar. Çıkarlarının ütopik tesirinin altında olan sadece işverenler değil, işçi sınıfı da olmaktadır. Öyle ki, Konya’da yapılan görüşmelerde işveren, sınıfsal çıkarların uzlaşmazlığını; “işçilerin bu toplumsal sorumluluğu anlamadığından /paylaşmadığından” dem vurularak kapatmaya çalışmaktadır.
Yaratılmaya çalışılan sınıfsal uzlaşmayı 90’larda Refah Partisi’nin dile getirdiği “adil düzen” çağrısında da görmek mümkündür. Sadece kültürel düzeyde değil, sınıfsal-ekonomik düzeyde de sonuçları olan bu “adil düzen” vurgusunun temelinde; sermaye birikiminin emek gücüne duyduğu ihtiyaç yatmaktadır. İşverenle “çatışan” dindar-muhafazakar emekçi kesimin işverenle uzlaşması, aynı çatıda buluşması artı değer üretiminin garanti altına alınması demektir.
Ancak Konya’lı işverenlerde de görüldüğü üzere, çalışma ilişkilerinde içinden çıkılamayan bir diğer çelişki de İslam’ın özü ile ilgilidir. Sermaye temsilcileri, dini-kutsal kitapları araçsalcı bir şekilde referans göstermektedir. Bu durum İslamcılığın 1980 ve 1990’larda yaşadığı çözülmeler sonucunda pıtrak gibi çoğalan “İslamcı modernistlerin” Batı’ya karşı tekrar güç kazanma, güç istenci gibi projeleri doğrultusunda oluşmuştur. İslamcı burjuvazi dini, iktisadi eğilimlerine göre araçsallaştırmıştır. Yazarın Konya’da konuştuğu işçilerin genel inancı; dindar işverenin asla kul hakkı yemeyeceği, haramdan uzak duracağıdır. Çalışma ilişkilerinde, işverenin işçiye her temasında; prim öderken, izin verirken, geç kaldığında vb. aldığı “ahlaki” tavırlarla “dindar kimlik” hissettirilmekte; hatta bu ahlaki otorite işçinin normalde kabul etmeyeceği birçok durumu yumuşatmaya yaramaktadır. Bu ahlak sınırları, aynı zamanda çalışma koşullarını da (uyumlu çalışmak, itiraz etmemek, işvereni dinlemek) belirleyendir.
Sınıflar yüz yüze: Enformel ilişki ağları
Neo-liberalizmin temel taşı esneklik, fonksiyonel olarak işgücünün üretimin farklı aşamalarında çalışabilecek şekilde kullanılması; sayısal olarak herhangi bir işletmede işverenin işgücü kapasitesini istediği gibi daraltıp genişletebilmesi; çalışma süreleri baz alındığında işverenin inisiyatifiyle oluşan keyfi çalışma uygulaması; ücretler baz alındığında ise ücretlerin hem bireysel hem de kurumsal performansa bağlı olarak belirlenmesi anlamına gelmektedir. Bu esnek çalışma koşullarının sürdürülmesinin başarısı ise “enformel ilişki ağlarında” yatmaktadır. Enformel ilişki ağları, akrabalık, hemşerilik, komşuluk, tanışıklık, arkadaşlık ve dini cemaat üzerinden oluşan ilişki ağlarıdır.
Türkiye’de 80’lerden sonra hızla hareketlenen neo-liberal politikaların “başarılı” uygulayıcısı AKP, çalışma yaşamındaki asıl darbeyi 4857 sayılı; güvencesizliği pekiştiren İş Kanunu ile vurmuştur. Bu kanunun görünmeyen yüzü, iktidar bloğunun kültürel hegemonya projesini başarıya ulaştırmış olmasıdır. Bu yasanın, işçilerin gündelik hayatına etkisi, esnek-güvencesiz çalışma koşulları ile oluşan kırılgan bir var oluştur. İşte tam burada, enformel ilişki ağları devreye girer.
Yazarın Konya’da görüştüğü işçiler, “piyasaların kötü olması” gerekçesiyle, tanıdık, akraba ve yakınlarının yanında çalışıp; kendilerini “enformel güvence” altına almayı uygun görmektedirler. İşçilerin bu davranışlarını ortaya çıkaran esnek istihdamın ta kendisidir. Ayrıca küçük ve orta boy işletmelerden oluşan Konya Organize Sanayi Bölgesi’nde, kar arayışında emek gücünün önemli olduğu ve oluşacak olumsuzlukların “yüz yüze ilişkiler” ile halledildiği görülmektedir. Yapılan konuşmalarda özellikle işçiler, sorunların çözüm noktasını işveren ile yüz yüze görüşmekte bulmaktadır. Öyle ki, daha büyük işletmelerde işveren ile işçi arasına giren herhangi bir yönetici, işçiler tarafından olumsuz karşılanmaktadır. Bu durumun işveren açısından faydası ise yaratılan “kader birliği” görüntüsü ile ödeme gecikmeleri, az maaş verme, daha çok çalıştırma gibi esnek kuralları işçiye ikna edebilmektir. Aynı durum, sendika ve örgütlenme karşıtlığını doğurmaktadır.
Bu güven tamponunun aşamayacağı çelişki ise, sınıfsal çıkarların uzlaşmaz karşıtlığıdır. Ölçülü uzlaşmalar ne sayıda olursa olsun, sınıfsal çelişki varlığını sürdürecektir.
Kültürel hegemonyanın sınırları
Oldukça etkili olan kültürel hegemonyanın, manipülasyon yetkisinin de sınırları vardır. Bu yetki, doğrudan kendi meşrulaştırıcı değerleri tarafından sınırlanmaktadır. Kısacası, bu manipülasyon yetkisi zaman zaman kendi kazdığı kuyuya düşebilme tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Konya örneğinde de görüldüğü üzere, işçinin işverene riayet etmesinin belli başlı etkenleri vardır. Sabır, sınav, şükür, tevekkül ve kader gibi dini referanslar hem işçi sınıfının sınıf bilincini yok etmekte hem de dini manipülasyonun anahtar etkenleri olmaktadır. İşçi zaten “gelip geçici bir dünyada”, “sabrederek” yaşamayı öğrenmiştir. Ancak yazarın Konya araştırmasında dikkat çekici nokta, işveren tarafından da sık sık kullanılan uhrevi atıfların; zaman zaman kendisi ile çelişebildiği olmuştur. Örneğin; Cuma namazı saatlerinde ara verilmesi işveren tarafından “kötüye kullanılıyor” gerekçesiyle hoş karşılanmazken, işçiler için işverenin dindarlığı konusunda bir sorgu vazifesi görmektedir. İzin, maaşların zamanında verilmesini sorgulama, iş kazası gibi durumlar, kapatılmaya çalışılan sınıfsal çelişkilerin en açığa çıktığı zamanlardır. Sınıfsal çıkarlar ile dini manipülasyonun bu çelişkisi; örgütlü olmasa da; dedikodu, bireysel kızgınlık, intikam eylemleri gibi sonuçlara yol açmaktadır.
Kültürel hegemonya nasıl kırılır?
Dini-muhafazakar kültürel hegemonya başta Konya gibi kentlerde olmak üzere etkisini sürdürmektedir. Konya gerçeğine bakıldığında, kırılamayacak bir hegemonik kültürün varlığına dair bir çıkarım yapılabilir. Ancak tarih-üstü varsayımlarla değil, gerçek ilişkilere ve tecrübelere odaklanan, somut durumun somut tahlilini yapabilen bir bakış açısı, işçi sınıfındaki kültürel hegemonyayı kırabilecek yegane açılış kapısıdır. Bu gerçekçi ve yerinde bakış açısı, yaratılabilecek bir kültürel yarılmayı da “mümkün” kılar.
Türkiye işçi sınıfının ve yoksul halkın muhafazakar ideolojilere olan bağlılığı, sınıf bilincinin yaratılmasının ancak muhafazakarlığın da varlığı ile mümkün olduğu görüşünü yaygınlaştırmaktadır. Ancak “hak mücadeleleri” de, “emek eksenli mücadele” de, iktidarın dinci-muhafazakar saldırılarına karşı ciddi bir ideolojik yanıt üretmediği sürece, karşıtlık yaratamayacak ve inandırıcılık sorunu yaşayacaktır. Bu çıkarım, saf bir “Cumhuriyet laikliğini” rehber edinmek değil; dinin ve onun toplumsal-siyasal hayattaki konumunu; karşıt düzlemde tartışarak yeniden ele almasını gerektirmektedir. Araştırmanın sonucundan da Türkiye’nin konjontürel penceresinden de bakıldığında sonuç açıkça ortaya çıkmaktadır: İslamcı gericilik bir inancın temsilciliğini değil, egemen sınıfların temsilciliğini sürdürmektedir. İslamcılığın egemen güç-sömürü ilişkilerini halkın karşısına baskıcı siyasal rejimler olarak çıkardığı her alanda işçi sınıfının rehberi gericiliğe karşı mücadeledir.