AKP’ye karşı güçlü bir ilerici-demokratik politik mevzilenme açısından, Cumhuriyetçi muhalefet, Kürt muhalefeti ve neoliberalizme karşı halk direnişlerinin kurucu kapasitelerini bir süredir tartışıyoruz. Görünen o ki bu tartışma, Erdoğan’ın “Zortizmi”* gerçek siyasi ve toplumsal sonuçlar yaratarak ilerledikçe ve ezilen kesimlerle ilerici-demokrat aydınların bu ilerleyiş karşısındaki direniş ihtiyacı büyüdükçe gündemde olacak. Sol, gerçek bir “toplumsal dönüşüm” ve […]
AKP’ye karşı güçlü bir ilerici-demokratik politik mevzilenme açısından, Cumhuriyetçi muhalefet, Kürt muhalefeti ve neoliberalizme karşı halk direnişlerinin kurucu kapasitelerini bir süredir tartışıyoruz. Görünen o ki bu tartışma, Erdoğan’ın “Zortizmi”* gerçek siyasi ve toplumsal sonuçlar yaratarak ilerledikçe ve ezilen kesimlerle ilerici-demokrat aydınların bu ilerleyiş karşısındaki direniş ihtiyacı büyüdükçe gündemde olacak.
Sol, gerçek bir “toplumsal dönüşüm” ve “politik iktidar” seçeneği olmaktan çıkalı çok oluyor. Cumhuriyetçi muhalefet, Kürt muhalefeti ve neo-liberalizme karşı halk direnişleri arasındaki karşıtlık/ilişkisizlik, solun “seçenek” olmaktan çıkışının hem sonucu hem de sebebi. Politik-toplumsal muhalefetin bu ağırlık merkezlerini “yukardan” veya “aşağıdan” bir araya getirmek bugün için pek mümkün görünmüyor. Bunun için uygun politik aygıtlar olmadığı gibi kitlelerinin “hareketleri” bir diğerinin kitlesinde çok nadiren sempati yaratıyor ve genellikle duyarsızlıkla karşılanıyor. Görülüyor ki, sömürge tipi faşizmin ve neo-liberal yeni sömürgecilik politikalarının yarattığı toplumsal antagonizmalar, politik bakımdan birbirleri ile ilişki kurma ihtiyacı duymayan “kitleler” yaratabiliyor.
“Yukarıya” ve “aşağıya” ilişkin bu aktüel imkansızlık, sol politikanın bu stratejik-tarihsel sorununun aşılmasına ilişkin tartışmaların en önemli kısıtını oluşturuyor. Ama açık ki bu “aktüel imkansızlığı” değişmez kabul etmek, ona teslim olarak, sözcüğün geniş anlamıyla solu Türkiye toplumunun hegemonik teorik-politik akımı haline getirmekten vazgeçmek anlamına geliyor.
Kabul edilmesi gerekir ki, sorunun merkezinde, Türkiye solunun en geniş “kitlesinin” politik kimliğini oluşturan “Cumhuriyetçi muhalefet” bulunuyor. Geçmişte toplumun bütün ezilenleri ve onların hareketleriyle olumlu ilişki içinde bulunan, devrimcileri “bizim gençler”, Kürtleri ve Alevileri “jenerik yoldaş” olarak kabul eden, özellikle 12 Mart direnişi sonrasında “asker”den ve “devlet”ten uzak duran, “halkçı”lığı bayrak edinen solun bu “ana kümesi”, 1991 sonrasında, Kürtlerden uzaklaştı, (önceki yıllarda etnik tanımı olmayan) Alevi kimliğini “Türkleştirdi”, “avami olana” (yoksula ve emekçiye) sempatisini yitirdi, Süleyman Demirel’in şahsında sağa, orduya ve devlete “ısındı”. Türkiye’nin “ilerici geleneği”nin, şiddetli politik ve toplumsal mücadeleler içinde “solculaşan, sosyal demokratlaşan, hatta kendisini “sosyalist” ilan eden ana kitlesinin objektif politik parametreler bakımdan solun-dışına çıkışı, “çelebice” kabulleneceğimiz bir durum mudur?
Düzenin görevlileri oldukları artık iyice belli olan sol-liberaller, yıllarca ve tekraren, şimdiki “devletçi-ırkçı-statükocu-seçkinci” “Cumhuriyetçiliğin”, Türkiye sosyal demokrasisinin “derin özü” olduğunu ve Cumhuriyetçi hareketin bu “öze dönüş” olduğunu ileri sürdüler. Ben bu fikirde değilim. Objektif olarak “sağ”ın hegemonya alanına yakayı kaptırmış olan bu kitlenin “devletçi”, “ırkçı”, “statükocu” ve “mülkiyetçi” bir dünya anlayışının içine hapsedilmesini büyük bir “operasyon” olarak görme eğilimindeyim.
Bence “modernist-Kemalist çizgi” iki farklı tarihsel momentte sağ-popülist ve sol-popülist mecralara ayrıldı. Demokrat Parti, modernist-Kemalist çizginin sağ-popülist mecrasıydı; kentin ve kırın büyük mülk sahiplerini ve onlara hiyerarşik olarak bağlanan halk kesimlerini iktidar sürecine dahil etti. 1972 sonrasının CHP’si ise modernist Kemalist çizginin sol-popülist mecrası olmaya yöneldi. Onun bu “yöneliminin” dayanağı içerde 1960’lı yılların devrimci birikimi ve 12 Mart direnişi, dışarda ise ABD’nin hegemonya krizi ve Ortadoğu ve sömürgeler dünyasını kuşatan ulusal demokratik halk hareketleri tarafından oluşturuldu. Ecevit “sosyal demokrasisi” elbette oligarşinin siyasi iktidar alternatifiydi ancak siyasi iktidar iddiasını, halkın ilerici tepkisini emme gücünden alıyordu. İnönü sonrası dönemde CHP’nin 25-35’lik geleneksel kitlesinin hızlı genişlemesinin, bu kitlenin bilincindeki önemli bir değişiklikle, “halkçılaşmayla” ciddi bağlarının olduğu kaydedilmelidir. Bu “bilinç değişikliği”nin, Ecevit’in halkçı sloganlarında karşılık bulduğu elbette bir gerçektir, ancak onu yığınlarla bu biçimde iletişime geçmeye sevk eden şeyin Türkiye devrimci hareketinin aydınlarda ve halk yığınlarında 10 yılda yarattığı birikim olduğu da aşikardır.
Sosyal demokrat kitlelerin “sola odaklı” bilinç biçimlerinin ortadan kaldırılması, çarpıtılması 1983 seçimleri sonrasında sağın, egemen sınıfların ve faşizmin başlıca hedeflerinden oldu. Örneğin “Alevilerin soldan uzaklaştırılması programı” Turgut Özal’ın açık bir politik projesiydi. 1989 Kürt Raporunu hazırlayan, 1991’de HEP ittifakıyla seçime giren SHP’nin 1991’de Kürtleri partiden uzaklaştırmaya girişmesinin, Süleyman Demirel başkanlığındaki DYP-SHP koalisyonu ve “Bölükbaşılaşmış Ecevit’in” DSP’sinin SHP üzerindeki basıncı ile yakın ilişkisi bulunuyordu.
Sosyalistler, sosyal demokrat kitlenin bugünkü “politik sınırları”nın, solun iktidar alternatifi olmaktan uzaklaştırılması için hazırlanmış, devlet, düzen ve sağ tarafından empoze edilmiş sınırlar olduğunu bilmelidir.
*Mustafa Kamil Zorti, Şükrü Yavuz’un Kenan Evren’in faşist zart zurtlarını alaya aldığı mizah edebiyatı karakteridir.