dünyanın görüp göreceği burjuva demokrasisi aha da budur. Hümanizma adına bile insanlığa sunacağı hiç bir şeyi kalmayan burjuvaziden demokratlık beklemek için aklın bir kenara bırakılmış olması gerekmektedir 24 Aralık’ta Radikal’de Ezgi Başaran’ın AKP Milletvekili Burhan Kuzu ile yapmış olduğu röportaj yayımlandı. Röportajın içeriği yanında biçimi de AKP’nin iktidar olarak nasıl bir noktada olduğunun enfes örneği. […]
dünyanın görüp göreceği burjuva demokrasisi aha da budur. Hümanizma adına bile insanlığa sunacağı hiç bir şeyi kalmayan burjuvaziden demokratlık beklemek için aklın bir kenara bırakılmış olması gerekmektedir
24 Aralık’ta Radikal’de Ezgi Başaran’ın AKP Milletvekili Burhan Kuzu ile yapmış olduğu röportaj yayımlandı. Röportajın içeriği yanında biçimi de AKP’nin iktidar olarak nasıl bir noktada olduğunun enfes örneği.
Ezgi Başaran, Burhan Kuzu’ya son günlerdeki olaylara dair karşıt noktadan bir soru sorduğunda, Burhan Kuzu röportajı terk etmekle çok rahat tehdit ediyor. İşin ilginci Ezgi Başaran’ın sorduğu bu zıt taraftaki sorular ne bir iddia ne de karşısındaki zora sokmaya çalışan sorular. Sadece Ezgi Başaran’ın ifadesi ile “anlamaya yönelik”. Ancak Burhan Kuzu’nun tavrı, röportajın içeriği ile tamamen uyumlu halde. Ve bu uyum bizlere günümüzü anlamada, yorumlamada çok işe yarar bilgiler veriyor.
“Asker kışlasına çekildi, yargı normalleşti, bir tek sokak kaldı.”
Tarih bilinci herkes için geçerlidir. Burhan Kuzu son günlerde yoğunlaşan öğrenci eylemleri üzerinden (ki ODTÜ onların canını bir hayli sıktı) bilinçlerinde olanı ortaya seriyor.
Tarih sınıf savaşımları tarihidir, cümlesinde “sınıf içi savaş” genelde gözden kaçar. Burhan Kuzu aslında 10 yıl içinde giriştikleri sınıf içi mücadeleden elde ettikleri zaferi özetliyor: “Asker kışlada, yargı normal”. Ancak sokağa dair cümlesi ise esasında Türkiye’deki sınıf savaşımında hala bir türlü zapt edemedikleri cepheye dair kuyruk acılarını ortaya çıkarıyor.
Burhan Kuzu’nun bu röportajına dair şunu öncelikle başa yazmalıyız: İleride mücadele daha da sertleşecek. Çünkü Burhan Kuzu, ki yediği yumurtaların etkisi hala üzerinde olduğu anlaşılıyor, yapılan gösterilerin demokrasi ile olan ilgisini burjuvazi anlamında dahi demokrasi sınırları içinde kurmayıp, sokağı doğrudan “zapt edilecek yer” olarak tanımlaması, sertleşmenin artacağına dair onların kafalarının net olduğunu göstermektedir.
Ancak sertleşmenin artması yanında göstermelik veya zayıf da olsa ortaya çıkan, özellikle uluslararası baskıyı hafifletmek için, demokratik görünümlü, “ama”ları çok olan yeni düzenlemelere gideceklerini de son zamanlarda hissettirmeye başladılar. Böyle bir durumda ilk elden dikkate alınması gereken kesim liberaller olacaktır. Çünkü en ufak ve anlamsız bir kırıntıyı devrim gibi gösterme becerisini son 4-5 yılda geliştirmiş olan liberallerin akıl bulandıran kalemleri boş durmayacaktır.
Önümüzdeki günlerde sokak hareketini karalamaya yönelik her türlü girişime karşı da dikkatli olmak gerekmektedir. Hatta bunda azami özeni göstermek şarttır. Öncelikle daha 18 Aralık’ta AKP milletvekili Hüseyin Çelik, Erdoğan’ı protesto eden ODTÜ öğrencilerine hakaret olarak “ulusalcılar” yaftasını boşuna, cahilliğinden takmamıştır. Bu hakaret, sokağı gözden düşürmeye dair manipülasyondur. Onlar da kimin ulusalcı olduğunu kimin olmadığını gayet iyi bilmektedir.
AKP muhalifliği ile sistem muhalifliğini içe içe geçişinde dikkatli olmak gerekir. Buna dair çizilecek ilk adım da sosyalist olanların Kemalizm’le araya kapkalın bir sınır çizmeleridir. İsminde, komik ama, komünist olanların bile kafa karışıklığına sahip oldukları Kemalizm konusunda çekilecek bir sınır, en başta sokağın tek başına AKP karşıtlığında değil genel olarak sistem karşıtlığında olduğunun anlaşılmasında kolaylaştırıcı olacaktır.
İkinci olarak sistem karşıtlığı üzerinden, yukarıdaki Kemalizm sınırı kesinlikle korunarak, dayanışmanın büyütülmesi, geliştirilmesi gerekmektedir. Grupların kendi taleplerini (öğrencilerin parasız eğitimi gibi) koruyarak daha genel talepler içeren bir dayanışmanın ortaya çıkarılması şarttır.
Bunda da en önemli görev ve sorumluluk, güçlü ve niceliksel olarak büyük olan kitle örgütlerine düşmektedir. Açıkça konuşmak lazım, DİSK, KESK vd. basın açıklaması yazmayı bırakıp, sokağı zapt etmek isteyenlere karşı en güçlü sokak silahı olan grevi ortaya çıkarmaları ve dayanışmayı büyütmeleri şarttır.
“-Üniversite dekanları size bağlı değil ki?
-Yok öyle şey….”
Burhan Kuzu başlığı görse “cımbızla almışlar” diyecektir eminim. Yediği yumurtalardan sonra, kendisini çağıran öğrenci topluluğu olduğu ve bunları denetleyemediği için dekanının istifa etmesini emreden cümlesine dair yorumu röportajın tamamında var. Örneğin, Erdoğan için “yargıya değil bazı kararlarına karşı” diyor. Verdiği örnek ise bir hukuk kurumunun, anayasada tanımlanmış haliyle, emir almadan aldığı bir karar. Kuzu tam da buna kızıyor. “Yargı benim işimi engelledi.”
Türkiye’de faşizm tartışmaları son yıllarda hız kazandı. Ancak faşizm tartışmalarında en önemli dikkat edilmesi gereken şeyleri mevcut iktidar daha sıklıkla önümüze sunmaktadır: Merkezileşme.
Faşizmin en temel karakterlerinin başına merkezileşme koyulmak zorundadır. Biçimlerine dair tartışmaların dahi sağlıklı yürümesinin temel noktasıdır.
Merkezileşme her şeyden önce rekabetçi, yani parçalı kapitalizmin emperyalizm aşamasındaki bir üst evresidir. Kapitalizm, liberallerin iddialarının aksine, rakip istemeyen bir sistemdir. Azami kar hırsı kapitalisti mevcut karlar içindeki en fazlasına sahip olmaya doğru zorunlu biçimde iter. Bu bir tercih değildir. Bir not olarak ekleyelim, bu nedenledir ki 10 lira kazandığında sevinene değil, 1 lira kaybettiğinde ağlayana kapitalist denir.
Kapitalizmin merkezileşme zorunluluğu, ona bağlı olan tüm sitemin de bu merkeziliğe uygun halde merkezileşmesini sağlamaya çalışır. Bu kurumların başında da devlet vardır. Devletin merkezileşmesi de siyaset aracılığı ile gerçekleşir. Örneğin AKP iktidarı eliyle burjuvazi orduyu ve yargıyı ihtiyaç duyduğu merkezileşmeye uygun hale getirdi: Emir eri.
Siyasi merkezileşmenin en önemli göstergelerinden biri de merkezileşmenin çapını ve pervasızlığını göstermesi açısından “hayali” rakip üretmektir. Hitler için komünistler ne kadar gerçek bir rakipse Yahudiler de bir o kadar “hayali” rakiptir. Hitler tüm sermayenin sahibi olarak Yahudileri göstermiş olsa da gerçekte Yahudi sermayesi sınıf ilişkileri içinde azınlığın elindeydi. O zaman Hitler Yahudilere karşı tüm tarihte üretilmiş olan “uydurmaları” gerçekmiş gibi sundu.
Erdoğan ise “hayali rakip” konusunda Hitler kadar talihli değil. Gerçek rakiplerini zaten biliyor, tanımlıyor. Ama iş “hayali” rakibe geldiğinde en fazla “Muhteşem Yüzyıl”ı hizaya çekmek gibi komedilere başvurmak durumunda kalıyor. Hatta Zaytung internet sitesi bu “hayali rakip” olgusunu gösteren güzel bir “habere”de imza atmıştı: “Başbakan Erdoğan: “Maalesef fasulyeyi bir gece önce suda ıslatmadan pişiren kadınlarımız var…”
Ancak şunu unutmamak lazım rakip istendiği kadar “hayali” olursa olsun, ona dair egemenin uyguladığı şiddet her zaman gerçektir.
Faşizmin ikinci önemli özelliği tasfiyedir.
Tasfiye aslında merkezileşmenin zorunlu sonucudur. Çünkü kapitalizm, yine liberallerin iddialarının aksine, kendi evinin önünün süpürülmesi gibi insanca işlemez. Vahşidir.
Kapitalizmin merkezileşmesi, yani sermayenin merkeze doğru akabilmesinin iki temel yolu vardır. Birincisi güçlü olan kapitalistin zayıf olanı çökertmesidir. Yani
kapitalizmin sınıf içi tasfiyesi. Çöken bir kapitalist bilin ki elindekini iyi yönetememe gibi bir niyetten dolayı batmaz. Güçlü kapitalist tarafından tasfiye edilir. Bir kapitalist işletme battığında nadir biçimde ortadan kaybolur. Çoğu zaman başkasının eline geçer.
Faşizmin ikinci tasfiyesi ise sınıflar arasıdır. Burjuvazi kendisi dışındakilerin emeğini gasp ederken başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi kesimleri siyasal, hukuki haklarını tasfiyeye girişir.
Kapitalizm burjuvazi dışındaki sınıfları her şeyden önce ekonomik olarak yıkıma uğratarak sermaye biriktirir. Sermaye birikimi ona akıtılacak her türlü emeğin gaspı ile gerçekleşir.
Asgari ücrette yapılmak isten 26’liralık zam bile ekonomik tasfiyenin geldiği noktayı işçi sınıfı ve emekçilerin yıllar içinde neler kaybettiğinin de göstergesidir. Sınıf savaşında gücü zayıflayan işçi sınıfı ve emekçi hareketinden dolayıdır ki, bugün burjuvazi işçi sınıfı ve emekçi sınıfların hareketinin görece güçlü olduğu zamanlardaki bahşettiği asgari ücretten de vazgeçmiş durumdalar. Hal böyle olunca komedi bile denilemeyecek ve aslında durumun vahametini gösteren bir rakam ortaya çıkabiliyor: 26 lira.
Faşizmin siyaset anlayışını görmek isteyen onun en zıttına karşı giriştiği savaşa bakmalıdır. Siyaseten tasfiye en başta karşıtın örgütlenmesine engel olmaktır.
Türkiye’de gelinen nokta aynı ekonomik tasfiyede olduğu gibi akıl sınırlarını artık çoktan geçmiş bir siyaset oyununa dönüşüyor. Kendi sınırları içinde bile siyasete izin vermeyen bir tasfiye. Bu durumda iktidar siyasete dair tek bir tanım yapmış oluyor: “Benim ağzımdan olduğu müddetçe siyaset siyasettir, bunun dışındakiler bölücülüktür, anarşistliktir, düzen karşıtlığıdır.”
Sanırım faşizmin siyaset tasfiyesine dair anlayışını en güzel Sırrı Sürreya Önder, açlık grevlerinin bitimindeki konuşmasında örnekledi: “Gandi açlık grevi yapınca bilgelik oldu, Kürtler yapınca Gundilik oldu.”
Hukuki anlamda tasfiye ise hukukun her sürecinin burjuvazi/faşizm lehine çevrilmesi ile gerçekleşir. Bunu iki biçimde yapar. Birincisi çok göz önünde olan ve kendisini engelleyen yasaları hızlı biçimde, kılıfına da uygun yani hukuki yollardan, değiştirir. İkincisi ise kendi yasasını bizzat kendisi çiğner. Yani fiili durumu yazılı olmayan kurala dönüştürür. Örneğin 8 saatlik çalışma yasal olmasına rağmen kimse bunu uygulamadığı gibi devlet olarak da bunu hukuki olarak ne zorunlu tutar ne de denetler.
Günümüzde Türkiye’de adalet sistemin rezilleşmesi bu tasfiyenin boyut ve sınırlarını (aslında boyutsuzluk ve sınırsızlığını gözler) önüne sermektedir. Yargı bağımsızlığının tam bir komikliğe dönüştüğü günümüzde yargı atama noktasındadır. Anayasa’da “yargı bağımsızdır” denmesine rağmen, gene Anayasa’da atama mekanizması kurulabilmektedir. Onurlu olan adalet üyeleri alınmasınlar ama sisteminiz tam da böyle.
Faşizm tartışmasında şiddet her zaman önemli bir noktadadır. Ancak faşizmin şiddetle ilişkisinde “azlık çokluk gibi” “en’e dair bir nicelik tartışmasının, faşizmin varlık yokluğuna dair bir cümle kurmada artık gereksiz olduğunu Türkiye’nin son 32 yıllık tarihi göstermiştir. Faşizmde şiddet sistematiktir. Nokta.
Faşizmin şiddetini azaltması veya çoğaltması, şiddetine maruz kalanların niceliği ile ilgilidir. Faşizmin şiddetinin uyguladığı insan sayısının niceliği azaldığı dönemde bile, şiddetini uyguladığı kesime “en” acımasız ve “en” yoğun biçimde şiddetini göstermiştir. Türkiye’de faşizmin şiddeti ayyuka çıktığı zamanlarda, oluşan tepkileri gidermek için dolambaçlı yollar kullanmıştır. Ve bunlar da bazı zevzeklerin iddia ettiği gibi “demokrasi zaferi” de değildir.
Örneğin 12 Eylül faşizminde işkenceyle insanları çözmek, yıldırmak için gerekli olan 90 günlük gözaltı süresi, bugün 4 güne inmiştir. Ama işkence ortadan kaldırılmamıştır. Hatta karakoldan doğrudan F tiplerine taşınmıştır. Ya da 32 yıl önce örgütlü olanlara komedi ötesi iddialarla yüzyıllara varan hapis cezaları verilmişken; bugün ise Erdoğan’ı protesto eden ODTÜ’lü bir öğrencinin “terör örgütü eylemine”, “çevik kuvvetin önünde polise vuracak şekilde birdirbir oynamak” delil olarak gösterilebilmiştir.
Bugünlere dair akla kazınması gereken ilk şey sürecin, aktörü olan AKP’nin iradesine bağlı olduğu düşüncesini derhal terk etmektir. Bugün Türkiye burjuvazisi koalisyon ihtimali olan bir parlamenter sistem istemiyor. Çünkü koalisyon demek politikanın sermayenin isteklerine yanıt vermede aksaklık, sıkışma, zaman kaybetmek demektir. Bu nedenle Türkiye burjuvazisi kendi çıkarları için siyasetin çok başlı olması yerine tek başlı olmasını talep ediyor. Çünkü kapitalizm doğası gereği merkezileştikçe burjuvazi elindeki en önemli sınıf savaşım aracı olan devleti de merkezileştiriyor. Bu nedenle merkezileşme sorunu AKP’nin talebi olarak yorumlamak öncelikle faşizme dair düşünmede yapılacak en büyük hata olacaktır.
İkincisi Burhan Kuzu’nun “bir tek sokak kaldı” cümlesi, faşizmin bir dönem daha rahat kullandığı manevra alanının daraldığının göstermektedir. Yani ayyuka çıkan faşist uygulamalarda esneklik noktaları gitgide azalmaktadır.
Faşizmin manevra olarak bile faşist uygulamalarında değişikliğe gideceğine dair bir beklentiye kapılmak, bu beklentiyi büyütmek kendi ayağına taş bağlamak demektir. Faşizmin ancak ve ancak mücadele ile geriletilir. Hayallerle değil.
Bunun en güzel kanıtı da Kürtlerin son kitlesel açlık grevidir. Açlık grevine dair neler düşünürsek düşünelim, “kazanımları az mı oldu çok mu oldu” dersek diyelim, ki bunları kesinlikle konuşmalıyız, Kürtler eksikliğine rağmen anadilde savunmayı ancak söke söke almışlardır. AKP anadilde savunmayı bir demokrasi manevrası olaak, “biz zaten verecektik” diye sunmak istemiş olmasına rağmen, ortaya çıktı ki açık grevlerinin başlamasından çok kısa bir süre önce “ülkeyi böler” diyerek anayasa komisyonunda “anadilde savunma” talebi bizzat AKP tarafından reddedilmiştir.
Buradan Burhan Kuzu’ya bir hatırlatma yapmakta fayda var. İnsanlık tarihinde sokağı her iktidar zapt etmek istemiştir. Ama koca bir insanlık tarihi göstermiştir ki bunu başarabilen bir iktidar henüz doğmamıştır. Tarih sınıf savaşımları tarihidir. Ve tarihi beylerin paşa gönülleri değil, mazlumlar yazar.
Burjuva demokrasisi için bir ön not
Faşizmin ilk ortaya çıktığı tarihsel kesitte burjuvazinin ilericilik misyonu son nefesini çoktan vermişti. Ancak faşizme karşı girişilen halk hareketlerinin doğası nedeniyle, burjuva demokrasisi sosyalistlerce programatik bir konu olarak uzun bir süre tartışıldı.
Ancak küreselleşme zırvalığı bize göstermektedir ki dünyanın görüp göreceği burjuva demokrasisi aha da budur. Hümanizma adına bile insanlığa sunacağı hiç bir şeyi kalmayan burjuvaziden demokratlık beklemek için aklın bir kenara bırakılmış olması gerekmektedir.
İnsanları birbirine kırdırtan; Marduk’un bile hayal edemeyeceği biçimde dünyayı talan eden; kendi kuralını en önce kendisi çiğneyen, insana değer verdiğini söyleyip canlı yayında “düşmanının katledilişini” pop-corn biçimde izleyen; çıkarları zedelenmesin diye karbon salınımından gram vazgeçmeyen; petrol için hükümetleri devirmekten kaçınmayan; genel oy hakkını bile tartışmaya açan; bugüne kadar yok ettiği nice kültüre, dile dair tek kelime etmeyip kültür bekçiliği
ne soyunan ve daha nicelerini yapan bir burjuvaziye, kapitalizme bundan 100-150 yıl öncesinin beklentilerini atfetmek tarihten, toplumdan zerre bir şey anlamadığını göstermektir. Bu konuya ileride döneceğim. Not düşmek istedim sadece.