Üretim tarzına koşullu olarak dönüşen sınıfların yapısı, bu yapıyı varoluşuna uygun olarak kavramaya dönük ekonomik ve politik belirlemelere ihtiyaç duyuruyor. Yeni bir örgütlenme tarzı, yeni bir politik hareket arayışında dönemin sınıfsal yapısını kavrayabilmek ve bu yapının karakteristiğine uygun pozisyonlar alabilmek bir yandan yerel deneyimlerin oluşturulmasında yol gösterici olabilecekken diğer yandan da yerelliğin aşılması ve örgütlenmenin […]
Üretim tarzına koşullu olarak dönüşen sınıfların yapısı, bu yapıyı varoluşuna uygun olarak kavramaya dönük ekonomik ve politik belirlemelere ihtiyaç duyuruyor. Yeni bir örgütlenme tarzı, yeni bir politik hareket arayışında dönemin sınıfsal yapısını kavrayabilmek ve bu yapının karakteristiğine uygun pozisyonlar alabilmek bir yandan yerel deneyimlerin oluşturulmasında yol gösterici olabilecekken diğer yandan da yerelliğin aşılması ve örgütlenmenin çekirdeğini oluşturan sınıf mücadelesi ekseninde davranmayı sağlayacaktır. Ancak sınıfın yapısının ne olduğunun hem ideolojik hem de örgütsel pratikler açısından çok belirgin olduğunu söylemek mümkün gözükmüyor. Bu yapının kavranması, dönemin içinden görmeyi gerektirmesine ve belki de tarihsel bir mesafe gerektirmesine rağmen bu konuda hem varolan ekonomi-politik çözümlemelerden hem de tarihsel olarak sınıfsal yapının dönüşümünden yararlanılabilir. Buradaki temel belirleme, sınıfın yapısının anlaşılmasındaki tarzın alınan ideolojik tarza da eşlik ettiğidir. Marksist çevrede sınıfla mesafenin oluşturulmasının ve sınıf mücadelesinin kesişim noktası olmaktan çıkarılmasının temel nedenlerinden birinin görünenden çok görünür olmayan liberalizm olduğu söylenebilir. Bu eğilimin oluşmasının diğer bir nedeni ise düşüncenin, durulan konum itibariyle belirlenmesi nedeniyle düşüncenin konumun ötesini değil konumun kendisini onaması ile şekillenmesidir. Birinci ve ikinci yanılgı tek bir noktada çakışır: sınıf mücadelesinden kopuş.
Çağdaş olarak sınıfın yapısının kavranmasına önemli katkıları olan Negri ve Hardt, çalışmalarındaki kapsam ve derinlik açısından, tarihsel ve felsefi birikimin sağladığı avantajları da kullanarak bu yöndeki tartışmaya farklı boyutlar kazandırmaktadır. Bu çabanın son ürünlerinden biri olan Duyuru‘da önceki politik çözümlemelerin bir adım ötesine geçilerek stratejik iddialara tanık olunuyor. Bu iddialar, son dönemlerdeki “kamp kurma ya da işgal stratejisi” üzerine odaklanıyor. Bu stratejilerin “yatay örgütlenme mekanizmaları” yarattığını vurgulayan Negri ve Hardt, örgütlenmenin özneleri konusunda daha önceki çalışmalarındaki çokluk kavramına da kısmen açıklık getiriyor: borçlandırılan, medyalaştırılan, güvenlikleştirilen ve temsil edilen. Bu genelleştirilmiş sıfatlara rağmen öznelliklerin oluşumunda ve birlikte eylemde bulunmanın koşulunun bireysellik yerine tekillik olduğunu belirten Negri ve Hardt, bu ayrımı spekülatif düzeyde bırakıp bireyselliğin dışarıda bırakılmasını gerekçelendirmede yetersiz kalıyor. Oysa Marx’ta özne yerine sıkça vurgulanan kavram birey ve bireyselleşmedir. Negri ve Hardt’ın düşüncelerinin oluşmasında etkili olan Spinoza düşünüldüğünde bu bireysellik anlayışının Spinoza ile de tutarlı olmadığı sezilebilecektir. Her ne kadar birey, terminolojik olarak liberal teoriyi anımsatsa da Marx’ın toplum ve politik anlayışının kurucu bir unsuru olarak iş görür.
Öznelliğin kuruluşu tarihsel bir argüman olarak ele alındığında bireyselliğin olanağını dışarıda bırakmadığı gibi ancak bu olanakla doğal bir içerik edinebilir. Dolayısıyla özne ancak tarihsel ve toplumsal bir kategori olarak düşünülebilir. Doğada özne değil, bireyler vardır. İnsan varlığının öznelliğinin kuruluşu da bu doğal temelden bağımsız değil aksine ona koşulludur. Toplumsal örgütlenmede öznelliğin kuruluşu, politik bir araştırmanın konusu olarak kritik bir yere sahip olsa da sadece toplumsal bozulmaya değil ekolojik bozulmaya da işaret edebilmek için öznellik tartışmasını bu yönde genişletmekte yarar gözükmektedir. Burada elbette ki sınıf ilişkileri açısından ve kapitalist üretim tarzının köklü eleştirisi üzerine yerleşen bir ekolojiden bahsedilmektedir. Ancak birey araştırmasının önemi, bu eleştirinin yeni bir toplumsal tasavvurun ekolojik boyutlarının göz ardı edilmemesi açısından önem arz etmektedir. Bu nedenle birey kavramı bir soyutlamadan ziyade yeni bir üretim tarzı, yeni bir toplumsal ilişki tarzının boyutlarından biri olarak düşünülmelidir. Negri ve Hardt’ın özne ve öznelliklerin üretimi vurgusuna ağırlık vermelerine bu gerekçelerle temkinli yaklaşılabilir.
Çokluk‘a rağmen Sınıf
Sınıfın yapısını kavrayabilmek ve sınıfın dönüşen eğilimlerini dikkate alarak örgütlenme tarzları geliştirebilmek mücadelenin belki de en önemli stratejik meselesidir. Negri ve Hardt’ın önceki çalışmalarında da sınıfın yeni durumunu anlatabilmek için kullandıkları çokluk terimi metodolojik olarak kullanışlı olsa da sınıfın yapısını anlatabilmekte yetersiz kalmaktadır. Bu kavramsallaştırma sınıfın içsel hiyerarşilerini görünmez kılarken örgütlenme tarzına dair inceliklerin oluşturulmasına da kayda değer bir katkı sunamamaktadır. Öznelliklerin üretilmesi, katılımın kolektifleştirilmesi gibi genel söylemlerin dışına pek çıkamayan çalışma tekil mücadelelerin birleşmesi önerisinin ötesine de geçemiyor. Tekil mücadelelerin birleşmesi vurgusu sınıfsal yapıdaki hiyerarşileri göz ardı edince sınıf mücadelesinin ilkelerinin ve stratejisinin neye göre belirleneceği konusunda bir belirsizlik yaratabiliyor. Şayet sınıf mücadelesi bir hegemonya sorunu ise çoklu bir yapıya sahip olan sınıfın hegemonyasındaki mutabakatı sağlayacak olan nedir? Çağdaş örgütlenmede sendikal, dernek ve parti çalışmalarındaki orta sınıf ya da küçük-burjuva değerlerin hakimiyeti bu soruyu sormaktan alıkoyamıyor. Toplumun politik ve hukuki düşünüşünü geliştirmekten ve onları “zorunlu uzmanlık araçlarıyla donatmak”tan bahseden Negri ve Hardt, örgütlenme süreci içinde uzmanların rolünün günümüzde sıkça rastladığımız biçimde hegemonik bir tarza dönüşmesini engelleyecek olanın ne olacağı konusunda bir güvence veremiyor. Bu güvence, sınıfın hiyerarşik yapısını kavramadan ve sınıfın güvencesiz, işsiz, düşük ücretli çalışan ile güvenceli, uzman orta sınıfı arasındaki ayrımı gözetmeksizin verilebilir gözükmemektedir. Gerçekte eşit olmayan bir ilişkide eşitliği varsaymak stratejik hatalara zemin hazırlayacaktır. Dolayısıyla mücadele sadece emekçilerin kapitalistlere dönük değil aynı zamanda emekçilerin orta sınıf tarzına, muhafazakârlığına ve değerlerine karşı mücadelesidir.
Negri ve Hardt’ın yeni sınıf tanımına nispeten daha klasik ve önemli oranda iki düşünürün aksi yönde bir sınıf tanımını yapan Ellen Meiksins Wood, Sınıftan Kaçış çalışmasında sınıfla mesafe alışlara dönük eleştirisini kesin biçimde ortaya koyar. Marx’a Dönüş çalışmasında da bu mesafeye ilişkin aynı eleştiriyi yine Marksist bir çizgide sürdüren Wood, bir yandan Negri ve Hardt’ın çokluk kavramının sınıfsal niteliğinin dışında bir belirlemeye işaret ederken bir yandan solun sınıfın çağdaş tanımı arayışının nasıl emek hareketinden kopuşuyla birlikte biçimlendiğini ortaya koyuyor: “İşçi sınıfının geleneksel Marksizm’in beklentilerini yerine getirmekteki başarısızlığı sol aydınlar tarafından sosyalizmden vazgeçilmesinin ya da en azından alternatif temsilciler arayışının temel sebebi olarak gösterilmektedir. Son yıllarda, Batı Marksizmi, ardından Post-Marksizm ve postmodernizm, birbirini izleyerek, tarihsel temsilci olarak düşünürlere, öğrencilere ‘yeni sosyal hareketlere’, yani işçi sınıfı hariç herhangi bir özneye yöneldi. Bugün, emek hareketi sol teorilerin ve revaçta olan politika biçimlerinden neredeyse silinmiştir”. (s.24) Sosyalist ideolojiden ve emek hareketinden kopuşun, sınıfa dair kuramsal ve pratik tart