Sakarya Üniversitesi’nden bir kadın öğrenci Facebook’ta bir görsel yayınlamış. Görsel, bir kadın figüründen oluşmakta: Kafası tencere, sağ eli elektrikli süpürge kolu şeklinde, sol elinde biberon bulunuyor ve sağ ayağı ise ütü şeklinde. Bu görseli Facebook’ta yayınlayan öğrenci bir de not düşmüş: “böyle olmak zorundayım sanırım.” İnsan topluluklarında iş bölümü meselesi anlaşılabilir bir şeydir ve zaten […]
Sakarya Üniversitesi’nden bir kadın öğrenci Facebook’ta bir görsel yayınlamış. Görsel, bir kadın figüründen oluşmakta: Kafası tencere, sağ eli elektrikli süpürge kolu şeklinde, sol elinde biberon bulunuyor ve sağ ayağı ise ütü şeklinde. Bu görseli Facebook’ta yayınlayan öğrenci bir de not düşmüş: “böyle olmak zorundayım sanırım.”
İnsan topluluklarında iş bölümü meselesi anlaşılabilir bir şeydir ve zaten sosyal bilimciler çok uzun zamandan beri bu meseleyle meşgul olmaktadırlar. Fonksiyonalistlerin yaklaşımı kabaca bir örgütün, topluluğun veya toplumun düzenli bir biçimde varlığını sürdürebilmesi için onu oluşturan parçaların her birisinin bir fonksiyon ifa etmesine dayanır. Yani bu bir işbölümüne işaret etmektedir. Tıpkı bir beden gibi veya bir organizma gibi, o bedenin sağlıklı olması tüm organlarının fonksiyonlarını yerine getirmesine bağlıdır, aksi durum normal bir duruma değil patolojik bir duruma işarettir. Sosyolojide fonksiyonalizm Herbert Spencer’a dayandırılsa da bunun felsefi kökenleri çok ötelere gider. Antik Yunan filozoflarının toplumda kimin yönetmesi kimin yönetilmesi gerektiğine yönelik açıklamaları benzer bir tabana dayanır: Her kes yönetemez, mayasında altın olanlar yönetir vs. Tüm bunlar elbette belli bir söylem üretmekte ve yeniden üretmektedir. Peki kadınların özel hayattaki iş bölümüne dair rolleri nereye dayanmaktadır?
Burada belli bazı kabuller üzerinden ilerleyen son derece eşitsiz bir ilişki biçimi var karşımızda. Temel gerekçe aslında bir iş bölümüne dayandırılmaktadır: Erkek eve ekmek getirecek faaliyetlerde bulunurken daha az fiziksel bir güç gerektiren işlere de kadın bakacaktır. Bu, neredeyse tüm tarihsel dönemleri açıklamak için kullanılan argümanların temelini oluşturuyor (tabi Amazon efsanesini hesaba katmazsak). Ancak bu iş bölümü, zaten güçlü olduğu varsayımıyla denkleme konulan erkeğin konumunu daha da güçlendirmiştir. İnsan topluluklarının ürettiği tüm diğer sosyal değerler de durumu yeniden üretmiştir. Kültürel kodlar, inanç sistemleri bazen açıkça bazen zımni olarak ama sürekli bu asimetrik ilişkiyi yeniden üretmiştir.
Batı Toplumları Sanayi Devrimi’ni gerçekleştirdiklerinde çalışmanın formu büyük bir dönüşüme uğramıştır. Bunun kısa vadeli en büyük sonucu ise ailedeki dönüşüm olmuştur. Artık ücretli çalışanlar kendi anne ve babalarının hayatta kalma stratejilerinden farklı bir rotanın içindedirler. Ailenin boyutu küçülmüş, çekirdek bir hal almıştır. Ancak erkek yine eve ekmek getiren konumdadır ve asimetri devam etmektedir.
Kadınların iş gücüne katılımı elbette Sanayi Devrimi’nden sonra artmıştır ancak bu artış İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra büyük bir hız almıştır ve bir ‘devrim’ denebilecek kadar büyük çaplı olmuştur. Artık erkek eve ekmek getiren tek figür değildir. Sosyolog Arlie Russel Hochscild’in ‘İkinci Vardiya’ adlı kitabının yeni baskısında ABD için sunduğu bazı veriler şu şekilde: 1975 yılında on sekiz yaşından küçük çocuğu olan tüm Amerikalı kadınların %47’si ücretli bir işte çalışırken bu rakam 2000 yılında% 73’e yükselmiştir. Benzer bir trend altı yaş ve daha küçük çocuk sahibi anneler arasında da görülmektedir: 1990 yılında altı yaş ve daha küçük çocuğu olan evli durumdaki kadınların %49’u işgücü içindeyken bu oran 2001 yılında % 63’e çıkmıştır. Oran evli olmayan anneler için daha yüksektir: %49’dan % 70’e.
Kadınların işgücüne dahil olmaları onları ‘geleneksel rolleri’nden kopartabiliyor mu? Bu konuda kişisel gözlem ve deneyimlerden başka daha detaylı ve güncel bilimsel araştırma sayısı çok az veya yok. Hochscild 1965-66 yılında Alexander Szalai tarafından ABD’nin 44 şehrinden 1243 çalışan aileyle yaptığı çalışmanın verilerini de sunmaktadır: Kadınlar ev işlerine ortalama üç saat ayırırken erkekler on yedi dakika ayırmaktadır; kadınlar çocuklarla özel olarak elli dakika geçirirken erkekler on iki dakika geçirmektedir. Madalyonun diğer tarafında baktığımızda çalışan babalar çalışan eşlerinden bir saat daha fazla televizyon izlemekte ve yarım saat daha fazla uyumaktadırlar. Hochschild’in kendi topladığı verilerden ev işleri ile ilgili ulaştığı sonuçlar ise şu şekilde: Kadınlar kabaca her hafta erkelerden on beş saat daha fazla çalışmaktadırlar. Bir yılda kadınlar erkeklerden bir ay (çarpı yirmi dört saat) daha fazla çalışmaktadırlar. Bunu on iki yıl için hesapladığımızda bir yıllık çalışmaya denk gelmektedir. Dolayısıyla işyerlerinde kadınlar bir ücret (eşitsizliği) açığı ile karşı karşıya iken özel yaşamda da bir ‘boş zaman açığı’ (leisure gap) ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Dolayısıyla kadınlar iş yerlerinde bir vardiya çalışırken evde de ‘ikinci vardiya’ yapmaktadırlar.
Demek ki eve ekmek getirme işini üstlenmek ikinci vardiyada yoğun bir işten kaçınmak veya bu işleri bölüştürmekle sonuçlanmıyor. Bu durumda ‘mutfak robotu’ nitelemesi aslında hafif kalmaktadır. Çünkü bu ikinci vardiyada yapılan işler mutfakla sınırlı değildir. Öyleyse burada şu soruyu sormak gerekiyor: Bu asimetrinin temelleri ekonomik parametrelerde dayanamıyorsa nereye dayanmaktadır? Hochschil, bunu cinsiyet ideolojisine (gender ideology) dayandırmaktadır. Her iki eşin de çalışmasına rağmen, kadının ev işlerini daha fazla üstlenmesinin veya bunu ne kadar üstelendiğinin temelinde cinsiyet ideolojisi yatmaktadır. Cinsiyet ideolojisi, kişinin elindeki sorunları cinsiyete dair verili kültürel tasarımla çözmeye yönelik oluşturduğu eylem planı olan cinsiyet stratejileri doğurur.
Üç tür cinsiyet ideolojisinden bahsetmek mümkündür: geleneksel, geçiş, eşitlikçi. Pür gelenekçi kadın çalışıyor olsa dahi, kendini ev işleri ile ilgili aktivitelerle (eş, anne, komşu vb) tanımlamak ister, kocasının ise işiyle tanımlanmasını ister. Öte yandan kocasından daha düşük bir güç talebi vardır. Aynı şeyi bu ideolojiyi taşıyan erkek de ister. Pür eşitlikçi bir kadın ise kendini kocası ile aynı derecede tanımlar ve evlilikte eşit bir güce sahiptir. Geçiş ideolojisini ise bu iki durum arasında konumlandırmak veya bu iki tipin karışımı olarak ele almak mümkündür.
Türkiye’de elbette kadınların iş gücüne katılımı endüstrileşmiş ülkelere göre oldukça geri seviyededir. ILO’nun 2011 yılı için gösterdiği veri %30 civarındadır. Ancak istatistiklere göre kadınların iş gücüne katılımlarının yıllar itibariyle artmakta olduğunu söylemek mümkündür. Çalışan eşlerin iş bölümlerine dair bilimsel çalışmalara dayandıramadan yukarıdakine benzer bir durumun (belki de daha vahimi) Türkiye için de geçerli olduğunu söylemek mümkün. Ve belki de Facebook’ta bahsedilen görseli yayınlayan kadın öğrenciyi telaşlandıran şey verili durumdur. İdeolojik kökleri kurutmak çok zor olsa da belki de kadınlara (ve elbette eşitlikçi erkeklere) düşen şimdilik bu ideolojiyi görmeleri, ifşa etmeleri ve onunla mücadele etmeleridir.
Fuat Man, Yrd. Doç. Dr.
Sakarya Üniversitesi