DİSK’e dönük gereklilik sorusunu soran bir yazıda, Türk-İş ve Sendikal Güçbirliği Platformu da benzer şekilde eleştiri konusu yapılıyorsa, yazının bütününe de bakılarak ve mantıksal olarak aslında “Türk-İş’in DİSK’ten farkı nedir?” değil, “DİSK’in Türk-İş’ten farkı nedir?” sorusunun sorulması gerekirdi Sendika.Org’da “DİSK, Gerekli midir?” başlıklı bir yazı yayımlandı. Hemen baştan söylemeli: Bu yazı, bir DİSK savunusu değil; […]
DİSK’e dönük gereklilik sorusunu soran bir yazıda, Türk-İş ve Sendikal Güçbirliği Platformu da benzer şekilde eleştiri konusu yapılıyorsa, yazının bütününe de bakılarak ve mantıksal olarak aslında “Türk-İş’in DİSK’ten farkı nedir?” değil, “DİSK’in Türk-İş’ten farkı nedir?” sorusunun sorulması gerekirdi
Sendika.Org’da “DİSK, Gerekli midir?” başlıklı bir yazı yayımlandı. Hemen baştan söylemeli: Bu yazı, bir DİSK savunusu değil; sadece yazıya dönük kimi yöntemsel noktalara değinmeye çalışacağız. Böylelikle, bir soruna dikkat çekmesi nedeniyle buradaki yöntemsel eleştirilerin bir savunma olarak algılanma olasılığı sadece öznel bir değerlendirme olacaktır.
Yazı, DİSK’in kimi Genel Başkanlarının isimlerinin sıralanması ile başlıyor; DİSK tarihine ve günceline ilişkin kimi bilgiler veriyor, yorumlar sunuyor; 12 Eylül’ün sendikal hareket üzerindeki etkilerini irdelemeye çalışıyor. Yazı, DİSK’in gerekliliğini tartışmayı denerken, sıralanan bilgi ve yorumların neredeyse tamamını bu ana soruya bağlamıyor. Oysa, öne sürülen argümanların başlıktaki ana soru ile ilişkilenmesi bu tür bir yazıda izlenmesi gereken ana yöntem olması gerekirdi.
DİSK’in tarihi, zamanın DİSK Genel Başkanları Kemal Türkler ve Abdullah Baştürk’ün soyadlarındaki “Türk” ifadelerine çekilen dikkatler, sayılan diğer iki Genel Başkan Rıdvan Budak ve Süleyman Çelebi’nin DİSK Tekstil’den geliyor oluşları, DİSK’in Türk-İş’in içinden çıkması, DİSK’in yapısı, üye tabanı, yönetimi ve DİSK’e bağlı bir sendikaya (Genel-İş) dönük çok büyük ve dayanaksız genellemeler, 12 Eylül’ün ardından yapılan tartışmalar, bir anda nereden çıktığı anlaşılamayan Türk-İş Genel Kurulu ve Sendikal Güçbirliği Platformu konusu, vb. ile DİSK gerekli midir sorusu arasında gerekli bağlar kurulmuyor. Hepsi birbirinden kopuk ögeler olarak ard arda sıralanıyor ve Türk-İş’e ilişkin bir konuya bağlanıyor:
“Belirtmeliyim ki, bu uzun girişe TÜRK-İŞ’in 08-11 Aralık 2011 tarihinde Ankara’da yapılan 21. Olağan Genel Kurulu vesilesiyle gerek duydum.”
Ardından Erk, Sendikal Güç Birliği Platformu’na yönelik kimi değerlendirmelerde bulunuyor ve ekleyerek bitiyor:
“Peki, soruyu yineleyerek bitiriyorum: DİSK, gerekli midir? Şöyle tamamlamalıyım. TÜRK- İŞ’in DİSK’ten farkı nedir?”
Kimin farklılığı?
DİSK’e dönük gereklilik sorusunu soran bir yazıda, Türk-İş ve Sendikal Güçbirliği Platformu da benzer şekilde eleştiri konusu yapılıyorsa, yazının bütününe de bakılarak ve mantıksal olarak aslında “Türk-İş’in DİSK’ten farkı nedir?” değil, “DİSK’in Türk-İş’ten farkı nedir?” sorusunun sorulması gerekirdi ki; DİSK’in gerekliliği tartışma konusu yapılabilsin. Ancak bu soru sorulduğunda DİSK merkezli yanıtlar üretilebilir, DİSK’in “Türk-İş’ten farklı olmayan” yönleri ortaya koyulabilirdi. “Türk-İş’in DİSK’ten farkı nedir?” sorusunu soran bir yazı ise, Türk-İş’in gerekliliğini sorgulayan bir düşünce içinde anlamlı olabilir.
Burada, yazıda geçen yorum ve değerlendirmeleri tartışmayacağız. Sadece kimi ifadeler ile yazıdaki ana soru arasındaki bağlantıyı sorgularken, kimi yöntem ve mantık hatalarını göstermeye çalışacağız.
“İlk ikisi soyadlarını “Türk”lükle pekiştiriyorlar; diğerleri Tekstil Sendikasından DİSK’in başına geçiyorlar. (…) Yalçın Küçük’ün kulakları çınlasın; isim-bilim teorisi ile Türklüğün nelere incir yaprağı yapıldığını (…)”
Sendika başkanlarının soyadlarında geçen “Türk” ifadesinin, konu ile bağlantısı nedir? Eleştirel perspektiften kurulmuş bir yazının dayanaklarından birini isimlerde -gayrı iradi – bir biçimde yer alan kimi sözcükler temelinde kurmak için ortada ciddi argümanlar olması gerekir. Bu çerçevede, Yalçın Küçük’ün isim bilim çalışmalarına referans veriliyorsa, “Türklüğün” nelere incir yaprağı yapıldığına ilişkin kimi örnekler sunulabilir ve bu örnekler, DİSK Başkanlarının soyadlarındaki “Türk” sözcüğünü nelere incir yaprağı yaptıkları ile bağlantılandırılabilirdi. Bunu da göremiyoruz.
“Hatta Sadık Şide, bakan sıfatıyla, 12 Eylül’ün anti-demokratik, sermaye yanlısı, oligarşik iş yasalarının yapımından birinci dereceden sorumlu.”
Bir kurumun gerekliliğine ve varlığına ilişkin büyük sorular, benzer hacimde titizlikle tartışılmalı. 12 Eylül’den sonra İş Yasaları değil, Sendikalar Yasası ve Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası değiştirilmiştir. 12 Eylül’ün ardından İş Yasasında bilinen değişiklik, 1983 yılında yapılan bir düzenleme ile haftalık çalışma saatlerinin 48 saatten 45 saate indirilmesi (ücretlere de yansımamıştır) ve 15 yaşından aşağı çocukların çalıştırılmalarının yasaklanmasıdır. Bunların yanında sosyal güvenlik alanında kimi kısıtlamalar ve kıdem tazminatına da tavan getirilmiştir.[i]
“Türkiye’de sendikalar sınıfın mücadele örgütü mü, yoksa işçi aristokrasisinin yatağı, sermaye düzeninin payandası, kişisel ikbal basamağı mı, artık sormak bile fazla.”
Aristokrat kim?
Türkiye’deki sendikaların “işçi aristokrasinin yatağı” haline geldiği şeklinde büyük bir genelleme yapabilmek için, ücretli kesimin, kazanç düzeyleri, pazarlık gücü, kendileri dışındaki diğer toplumsal sınıflarla/kesimlerle ilişkileri ve ilerleme olanakları, vasıf düzeyleri ve işin örgütlenmesindeki pozisyonları önem kazanmaktadır. Bunun yanında, her zaman geçerli olmayacak olsa bile, işçi aristokrasisini açıklamak için elde edilen haklardan dolayı egemen sınıf ile çıkar birliği çerçevesinde uyum göstermiş olmak da sayılan unsurlar arasındadır.[ii] Ayrıca Türkiye işgücü piyasasında örgütlü ve örgütsüz işçiler arasında, yaşam ve çalışma koşulları, kazanç düzeyi, çalışma saatleri, vasıf, sağlıklı ve güvenli çalışma ortamı gibi başlıklarda en azından karşılaştırmalı kimi verilere yaslanmak gerekir. Bunun için ise çalışma koşullarının toplu iş sözleşmeleri ile desteklendiği işyerlerine dönük somut araştırmaların yanı sıra bizzat toplu iş sözleşmeleri de incelenmelidir. Sözün özü, bir “aristokrat ölçer” geliştirmek gerekmese de, hangi dinamiklerin hangi sendikalı işçileri aristokrat kıldığını söylemek yerinde olacaktır.
Sadece ücret düzeyleri açısından bakacak olursak, Türkiye’de sendikaların üye profilini “işçi aristokrasisi” kavramı ile açıklamak için, bir yönüyle, yazıda sendikalara yöneltilen eleştirilerden de vazgeçmiş olmak gerekir. Öyle ya, ücret düzeylerinin yüksek olduğu işyerlerinde, başka nedenler (çevresel ekonomik etmenler, vasıf, üretim yapısı, vs.) yok ise ya da bunların yanında sendikalar “iyi” toplu iş sözleşmeleri bağıtlamış ve işverenle “iyi” mücadele etmiş olmalıdır.
Yoksa aklımıza geldiği gibi yazılmış, yapıyı çözümlemek ve ayrıntıyı görmekten çok, bu tür mutlaklaştırıcı, toptancı ve genelleştirici ifadeler ile Türkiye’de sendikacılık hareketinin krizini ve çıkış yollarını tartışmak pek mümkün değildir.
“DİSK, üretim tekniklerindeki ve emek süreçlerindeki değişimi kavrayamamış; başka bir deyişle ‘değişim’i teslimiyetçi tezlerine gerekçe yapmış, sınıfsal örgütlenmeyi bürokratik cenderenin dar kalıplarına hapsetmiştir.”
Nasıl olursa değişim kavranmış olur?
Öncelikle sorunun dönüşümü kavrayamamakta değil, buna nasıl müdahale edileceğinde olduğunu belirtelim. Zira, pek çok sendika yönetici ve üye
si üretim süreçlerinde yaşanan dönüşümün pratik karşılığını, birebir deneyimlediği için, en azından işin teorisini yapanlar kadar bilir. Ayrıca bir sendikanın üretim teknikleri ve emek sürecindeki değişimi kavrayamaması ile bu değişimi, “teslimiyetçi tezlerine gerekçe” yapması aynı şeyler değildir; dolayısıyla “başka bir deyişle” ifadesi ile birbirine bağlanamaz. Aksine, değişimi teslimiyete gerekçe olarak sunabilmek için, o değişimi ana hatları ile de değil, en azından belirli bir düzeyde de olsa ayrıntıda kavramış olmak gerekir. Öte yandan ardı ardına sıralan ve birbiri ile ilgisi olmayan bu cümleler, sıra altını doldurmaya geldiği zaman, sendikal yapıya ilişkin yetersiz bilgilerin sunulacağı “kes yapıştır” ifadeleri andırmaktadır. Bu arada değişimi kavramak ne demek? Nasıl olursa değişim kavranmış olur?
“Aslında DİSK’te en etli-butlu sendika konumunda olan GENEL-İŞ’tir, onun da işkolundaki varlığı tamamen CHP’ye bağlıdır; kaderini belediye yönetimlerinin tepesindeki iradeye tâbi kılmış vaziyettedir ve genlerinde TÜRK-İŞ’ten kalma “sarılık” hastalığının izlerini taşımaktadır. Sarılık mı; güdümlülük, konformizm ve ilkesizlikten başka nedir?”
Yazıdan kimi cümleleri çekip çekip tek tek yanıt üretmek değil derdimiz. Sadece neye dayanarak söylendiği belli olmayan ve dolayısıyla yapıyı ayrıntılı ele almayı da mümkün kıl(a)mayan bu tür ifadeler ile sendikal hareketin krizini tartışmanın olanaksızlığına işaret etmek istiyoruz.
“1990’lı yılların başında, 12 Eylül faşizminin kapattığı DİSK’in tekrar açılması tartışılırken gündeme gelmişti.”
12 Eylül’ün ardından DİSK kapatılmamış, faaliyetine son verilmiştir. Yıldırım Koç’tan (2009) aktarıyoruz:
“DİSK hukuken hiçbir zaman kapatılmadı. 12 Eylül sonrasında hukuken faaliyeti durduruldu. Kapatılmasına ilişkin mahkeme kararı 1986 yılı Aralık ayında çıktı. Ancak buna itiraz edildi. Dava Askeri Yargıtay’da iken, Türk Ceza Kanunu’nun 141. ve 142. maddeleri kaldırılınca, dava beraatle sonuçlandı ve faaliyeti durdurulan DİSK yeniden faaliyete geçti.”
Bu alıntı da DİSK’e ait:
“Askeri Yargıtay 3. Dairesi, 16 Temmuz’da (1991) açıklanan kararıyla DİSK Davası’nı beraatle sonuçlandırdı. Bir hukuk skandalına dönüşen dava on yıl on ay sürdü.”[iii]
Sonuç olarak, tarihe ve topluma mal olmuş kurumların gerekliliğine ilişkin bu tür büyük sorular ortaya atılıyorsa, verilmeye çalışılan cevaplar da konunun büyüklüğüne koşut bir titizlikle taçlandırılmalı. Yazıda maalesef bunun iyi bir örneği ile karşılaşamıyoruz. Toptancı yaklaşımlar ve çok büyük genellemeler var; ancak bunların dayanakları maalesef yok. Dolayısıyla bu haliyle de belki de sendikal politikalara ilişkin verimli bir tartışma için ön açıcı olmaktan çok, yazarın ifadeleri ile “bir yönüyle de bir hüzün yazısı” olarak sona eriyor ve bizlere “Bütün genellemeler tehlikelidir; bu genelleme bile” sözünü anımsatıyor.
Kaynaklar
DİSK, DİSK Etkinlikler Dizini,
http://www.disk.org.tr/default.asp?Page=Content&ContentId=28,
Erdoğdu, S. (2006) Küreselleşme Sürecinde Uluslararası Sendikacılık, İmge Yayınları: Ankara
Koç, Y. (1995) Sendikacılığın Güncel Sorunları,
http://www.yildirimkoc.com.tr/usrfile/1319830842b.pdf
Koç, Y. (2003) Türkiye İşçi Sınıfı ve Sendikacılık Hareketi Tarihi, Yol-İş: Ankara
Koç, Y. (2009) “KESK tarihi eleştirilerine yanıt”,
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=28133
Lenin, V.I. (1998) Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları: Ankara
Dipnotlar:
[i] Ayrıntılı bilgi için bkz. Koç, 2003: 204-209
[ii] Koç, 1995; 43; Ayrıntılı bilgi içi bkz. Erdoğdu, 2006: 91-100. Geçerliliği tartışılabilir; ancak örneğin Lenin’in (1999: 14) işçi aristokrasisine dönük görüşleri şöyledir: “Yaşam tarzlarıyla, ücretleriyle, dünya görüşleriyle tamamen küçük-burjuva niteliği taşıyan bu burjuvalaşmış işçi tabakası ya da ‘işçi aristokrasisi’, (…) burjuvazinin başlıca toplumsal desteğidir.”
[iii] http://www.disk.org.tr/default.asp?Page=Content&ContentId=28