Türkiye’de devleti ve yeni “demokrasi”nin skandal nitelikteki karakterini anlamak için şiddet, siyaset ve yargının analizleri acilen gerekli KCK, Ergenekon, Balyoz gibi davalar siyasi gerilimlerin ana zeminine iyice yerleşirken savcılık fezlekeleri ve iddianameler de neredeyse temel “siyasi analiz metinleri”ne dönüşmeye başladı. Özellikle Türk sağı, Türkiye’deki siyaset ve devlet analizlerinin merkezine iddianameleri öyle yerleştirdi ki, ne yazık […]
Türkiye’de devleti ve yeni “demokrasi”nin skandal nitelikteki karakterini anlamak için şiddet, siyaset ve yargının analizleri acilen gerekli
KCK, Ergenekon, Balyoz gibi davalar siyasi gerilimlerin ana zeminine iyice yerleşirken savcılık fezlekeleri ve iddianameler de neredeyse temel “siyasi analiz metinleri”ne dönüşmeye başladı. Özellikle Türk sağı, Türkiye’deki siyaset ve devlet analizlerinin merkezine iddianameleri öyle yerleştirdi ki, ne yazık ki onlarsız konuşamaz hale geldi. Bu durum, sadece bir siyasi strateji olarak kullanılsa, gene bir sorun olduğunu düşünmeyeceğiz. Fakat, iddianamelere atıf yoluyla Türkiye’deki siyaseti, devleti ve demokrasiyi anlama çabası, aynı zamanda bir tefekkür biçimine de dönüşmüş durumda. Türk sağının kendi düşünce geleneği açısından bile son derece dar ve sığ bir siyasi analiz alanına sıkışmasına yol açan bu sorun, Türkiye’deki siyaset, devlet, demokrasi ve adalet meselelerini yerli yerine oturtmamızı giderek daha da zorlaştırıyor. “Liberaller” ve “Demokratlar”ın dahi kendilerini koyverip, işi aşırı doz iddianamelerle sızıp kalmaya kadar vardırmaları, “ne günlere kaldık” duygusunu ister istemez nüksettiriyor. Liberal solcular bile önce iddianame okuyup sonra kitap yazıyorlar. Velhasıl entelektüellerin giderek “polis dünyası ve zihniyeti”nin vasatına dönüşmeleri, aynı zamanda demokrasi ve adalet arayışımızın sadece yeni bir politik krizin tam içinde bulunduğunu ifşa etmekle kalmıyor. Bu aşamada Türkiye’de devleti ve yeni “demokrasi”nin skandal nitelikteki karakterini anlamak bakımından şiddet, siyaset ve yargı süreçlerinin yeterli analizlerini de acil bir hale getiriyor.
Eski devlete yeni ilaç
Türkiye’de bugün siyasal alanın sınırları ile temel yönetim mekanizmalarında bir dönüşüm yaşanıyor. Siyasal düzen kendini antiterör söylemi ve yargı kurumu üzerinden yeniden yaratıyor. Her ikisi de aslında bildiğimiz zamanlara ait politik yönetim araçları. Fakat bugün, siyasal düzenin yeniden yapılaşması sürecindeki aktüel kıymetleri geçmişin çok ötesine geçti. Ve dahası bu durum, “yeni iktidar düzeni”nin siyasal temel karakteristiğine dönüşmek üzere. Birinci önemli nokta yargının giderek “ordu”laşıyor olması ve askerin siyasetteki geleneksel rolünü üstlenerek siyasi düzenin sınırlarını belirlemeye başlaması. İkincisi ise antiterör söyleminin bu yeni Cumhuriyet düzeninin temel yönetim mekanizmalarını temsil etmeye başlaması.
Yargı “ordu”laşıyor
Türkiye’de devlet üzerine düşünmek giderek daha belirgin bir biçimde yargının yeni siyasal rolü üzerine düşünmek anlamına geliyor. Geleneksel güç olan orduyu alaşağı eden bir yargının bu kez kendisinin “ordulaşması” çok gerilimli bir siyaset alanını da beraberinde getiriyor. Askere karşı demokrasi pratiklerinin bir aracı olan yargı, kendi varlığını onun politik boşluğuna yerleştirdiği ölçüde “yeni demokrasi” iddiasını bir skandala dönüştürüyor. Demokrasi adına demokrasinin lağvı! Bunu bize ordu geçmişte pek güzel öğretmişti. Şimdi gündelik hayatın bütün alanlarına nüfuz eden ve “demokrasimizi” de koruyan yeni bir gücü kutluyoruz: Artık, bir zamanlar orduya seslenildiği gibi, “Çok yaşa yargı!”, “Sen milletin özü, sen milletin sözü, sen milletin gözüsün!” dönemindeyiz. Bunu tamamlayan noktalardan birisi Özel Görevli Mahkemelerin olağanüstü reflekslerinin tüm bir yargının “sağduyusu”na dönüşmeye başlaması. Bu aşamadan sonra bütün bir yargı “özel görevli” bir döneme girmiş durumda ve bu durum onu yeni iktidarın tanımlanmasında birincil bir politik araca dönüştürüyor. Tabii ki aynı zamanda demokrasi ve adalet arayışımızın da birincil muhatabı haline getiriyor. Şunu bir köşeye yazalım: Yargıyı demokratik bir sorgulamadan geçirmeden ve gerçek siyasal konumuna iade etmeden ortalama bir demokrasiden uzak kalmaya devam edeceğiz.
Demokrasiye yeni kıskaç
Terörle Mücadele Yasası ve yargının bu yasayı yorumlamasına dair olan ikinci önemli soruna gelelim: Terör ve siyaset arasındaki ilişki yargı, medya ve neredeyse tüm entelektüeller tarafından çok sorunlu biçimde yorumlandığı için, siyaset alanı olağanüstü ölçüde daraltılıyor. Yeni “demokrasi”mizin siyasal özgürlük ve eşitlik taleplerini terör eylemi olarak tercüme etme süreci, üç temel mekanizma üzerinden gelişiyor. Birinci aşamada, terörizm, sadece politik araçlara ilişkin olarak değil, aynı zamanda politik amaçlara ilişkin bir olgu olarak tarif edilmeye başlanıyor.
Oysa terörizm, politik amaçlara dair bir tanım değil politik araçlara dair bir tanımdır. Yani yeni bir devlet kurmaya dönük politik amaç ile bunun için şiddeti aracı kılmak arasında açık fark var.
Terörizm, amaçta değil araçtadır. Bu iki şeyi birbirine karıştırırsanız yarattığınız “demokrasi” bütün bir siyasal özgürlük alanını “terörle savaş” adına yerle bir etmeye başlar. İş bununla sınırlı kalsa demokrasiye dönük tehlikenin yine de kısmi olduğunu söyleyebiliriz. İkinci mekanizmada, terörizm, yine terör eyleminden değil “terörist”ten hareketle tarif ediliyor. Bu durumda da terörizm, “terörist” failin bütün bir insani hayatını mahkum etmeye kadar varıyor. Bir tür siyasal toplumdan aforoz etme söz konusu burada. Örneğin bir “terörist”in Newroz bayramına katılması veya ne bileyim örneğin oğluna bir sünnet düğünü yapması bile bir terör eylemi haline gelebiliyor. Veya örneğin o teröriste “sayın” diye seslenilmesi bile terör eylemine dönüştürülüyor. Niye? Çünkü “terörist” bütün bir insani hayattan soyutlanıyor ve tüm varlığıyla “suç”a dönüştürülüyor. Bu indirgeme de yetmiyor. Ve üçüncü mekanizmada, terörizm, bu kez “terör örgütü” üzerinden tanımlanmaya başlanıyor. Terör eyleminden terör örgütüne gidilmiyor. Tersine. Terör örgütü tarifinden sonra “terör eylemi”nin ne olduğu belirleniyor: “Terörizm, teröristin ve terör örgütünün yaptığı şeydir.” Böylece önce PKK ve arkasından onun paralel bir kamu eylemi olarak ortaya çıkan KCK, ve onun da bir kamu girişimi olan BDP ve hatta BDP’nin Siyaset Akademisi ve faaliyetleri sürekli aşağıya doğru indirgeme yoluyla bir “terör eylemi”ne dönüştürülüyor. Daha somut olarak söyleyelim.Terör örgütü PKK tarafından kurulduğuna göre KCK da peşinen bir terör örgütü oluyor. Bunun üzerine KCK’nın bütün yaptıkları bir terör eylemine dönüşüyor. Normal bir sokak gösterisi, bir basın açıklaması, toplu yürüyüş ve mitingler vb. bunların hepsi terör faaliyeti oluveriyor. Niye? Çünkü bir terör örgütü olan KCK tarafından örgütleniyor. Yani “suç”u ve “terör eylemi”ni olması gerekenin tersine “suçlu birey” ve “suçlu örgüt”ten hareketle, başka deyişle “terör eylemi”ni “terörist varlık”tan hareketle belirliyorlar. Oysa, hukuk yurttaşların “ne” oldukları ile ilgilenemez. Modern ceza hukuku “olmak”la değil “yapıp etmekle”, “fiillerle” ilgilenir. İnsanların “ne” olduklarını sorguladığınızda toplumu sadece iddianamelerle yönetmeye başlarsınız. Türkiye’de bugün bir yandan TMK mevzuatı ve diğer yandan da yargı ve medya yorumu ile yaratılan “terör hukuku” modern ceza hukukunun tüm temel ilkelerini ihlal ediyor ve bu durum sadece hukuksal bir yorum hatasından değil aynı zamanda demokrasi ve siyaset konusundaki skandal bir algıdan kaynaklanıyor. Bu sorunun Taha Akyol’dan Halil Berktay’a kadar geniş bir alanda tezahür etmesi trajik.
Böyle bir algının üzerine ne hukuk inşa edebilirsiniz ne de dayanıklı bir demokrasi tecrübesi. Yarattığınız şey sadece bir “skandal demokrasi” olur.
13 Kasım 2011