Artık olayların ya da olguların açıklanması, bilişsel yetiyi kısıtlayan geçişsizlik düşüncesi nedeniyle, sonuç olanın neden olarak gösterildiği bir kısırdöngü içinde belirsizleşir; özgülüğe ve tekilliğe yapılan vurgunun toz dumanı içinde ortaya çıkan sonuca neden bulmak konusunda alabildiğine serbestleşen düşünme olayın basit bir bileşenini -mevcut uzamsal ve zamansal koşullara, yani konjonktüre göre- temel neden olarak gösterebilir. Hatta […]
Artık olayların ya da olguların açıklanması, bilişsel yetiyi kısıtlayan geçişsizlik düşüncesi nedeniyle, sonuç olanın neden olarak gösterildiği bir kısırdöngü içinde belirsizleşir; özgülüğe ve tekilliğe yapılan vurgunun toz dumanı içinde ortaya çıkan sonuca neden bulmak konusunda alabildiğine serbestleşen düşünme olayın basit bir bileşenini -mevcut uzamsal ve zamansal koşullara, yani konjonktüre göre- temel neden olarak gösterebilir. Hatta kimi zaman neyin neden olarak gösterileceği bizzat işaret edilir: Bugünkü Çukurca saldırısı nedeniyle Başbakan Erdoğan’ın açıklamasında araya sıkıştırılan “tam da sivil anayasa tartışmaları başlarken” ifadesinde olduğu gibi…
Düşünme dikotomileri sever; şeyleri birbirinden ayırmayı ve bunları özerk olarak kavramsallaştırmayı ve de söz konusu şeylerin birbirlerinin alanına girmeye çalıştıklarında ya da girdiklerinde birinin diğerinin aleyhine tahakküm kurduğunu ya da birinin diğeri lehine alandan çekildiğini; daha da ileri giderek özerkliğin ilga edilmemesi gerekliliğini kolayca ileri sürer. Bu durum zayıf düşünmenin görünümü, olguları çarpıtmanın yöntemi, olaylar arası ilişkilerin görülmesini engellemenin ideolojik manipülasyonudur. Kültür ile doğa ve siyaset ile şiddet bu ayrımların en bilinenidir; bir kere bu dikotomileri ayrı varlık tabakaları olarak kurgulamaya başladığınızda, (istemeseniz de) zamanla ikisi arasındaki ontolojik yarık yapısal bir geçişsizlik olarak düşünülmeye başlanır. Artık olayların ya da olguların açıklanması, bilişsel yetiyi kısıtlayan geçişsizlik düşüncesi nedeniyle, sonuç olanın neden olarak gösterildiği bir kısırdöngü içinde belirsizleşir; özgülüğe ve tekilliğe yapılan vurgunun toz dumanı içinde ortaya çıkan sonuca neden bulmak konusunda alabildiğine serbestleşen düşünme olayın basit bir bileşenini -mevcut uzamsal ve zamansal koşullara, yani konjonktüre göre- temel neden olarak gösterebilir. Hatta kimi zaman neyin neden olarak gösterileceği bizzat işaret edilir: Bugünkü Çukurca saldırısı nedeniyle Başbakan Erdoğan’ın açıklamasında araya sıkıştırılan “tam da sivil anayasa tartışmaları başlarken” ifadesinde olduğu gibi. Yılların biriktirdikleri, son iki yıllık süreç, görüşmeler, restleşmeler, tarihsel ve yapısal gerçeklikler; hepsi sahneden silinir; söylemin üreticilerinin raksı başlar: toplumun duruma gösterdiği/gösterebileceği tepkilerin öncüllerini yok etmek için. Düşünmenin sahneden çekildiği bir andır bu; boşluk hızlıca tehditler, intikam çağrıları, haykırışlar, yani duygular aracılığıyla doldurulur. Durum hiç de şiddetin devreye girmesiyle siyasetin aynı sahneden çekildiği bir karşılıklı itmenin mantıksal zorunluluğunu göstermez. Aksine şiddetin nedenlerine dair çarpıtma siyasetin tekrar tekrar kurulduğu yeni zemin(ler)i işret eder. Çarpıtmanın karşılığı yine şiddet aracılığıyla, üzeri örtülenin örtüsünü kaldırmak üzere harekete geçen ve kelimenin gerçek anlamıyla politik olan şiddeti ortaya çıkarır.
Neyse ki, bu durum bir kısır döngü barındırmaz; şiddetin siyasala müdahalesinin olanağı tersten de geçerlidir: siyasetin şiddete müdahalesi. Fakat söz konusu müdahale her zaman kampların birbirine karşı yönelmiş eylemleri aracılığıyla yapılmaz; hatta açıktır ki bu tarz büyük bir etki yaratma şansına da sahip değildir. Taraflardan biri siyasalın zeminini daraltıyor ya da hepten tasfiye etme amacı taşıyorsa, boşaldığı düşünülen uzamın tekrardan inşası kendi içine yönelik bir hamle ile aşılabilir. Bu hamle mevcut söylem alanının içindeki oluşturulmuş olan dile tersinden eklemlenmek yerine kendi dilini kurabilme gibi bir olanağın da taşıyıcısı olmaya adaydır. Siyasal alanın hegemonik dilinden çıkış -keza tüm olanaklar göz önünde bulundurulduğunda orantısız güçlerin karşı karşıya olduğu bir durum söz konusudur-, bu dönemlerde, karşılaşma alanlarının inşa edilmesi yerine kendinle konuşmayla mümkündür. Kendinle konuşma bir öz-eleştiri süreci olarak işlemez; ama gerçekten konuşması gerekenlerin başka bir dili tercih ettiği zamanlarda, siyasal alandaki söylemin inisiyatifini almak açısından önemli sonuçlara yol açabilir. İnisiyatifi almak gücü ele geçirmek için değildir; daha çok sorunun kimi bileşenlerini neden olarak gösteren zayıf düşünmenin argümanlarına karşı gerçek, köklü ve yapısal nedenlerin görünür kılınması amacıyla boşluk yaratan bir zemin açma amacı güder. Devlet mekanizmasının süreci idare edebilme yetilerinin şoka girdiği ve sorunun çözülmesinden çok kamuoyunun tepkilerinin minimize edilmesinin amaçlandığı şiddetin dozunu yükselten ‘siyaset’ hamlelerinin karşısında gerçek siyasallık ancak bu açılan boşluk üzerinde inşa edilebilir.
Peki, bugün ne yapılabilir; aslında sorunun doğrusu BDP ne yapabilir? İçe doğru konuşmanın nitelikli bir örneğinin sergilenmesinin ve siyasalın uzamının yengi/yenilgi ikileminin dışına taşınmasının bir olanağı var mıdır? Bu soruya elbette, olayların onca sıcaklığı içinde kesin cevaplar verilemez; ama sadece kimi öngörülerde bulunulabilir: keza siyasalın uzamındaki mekanizmalar sadece haklılıktan ve doğruluktan pay alan bir biçimde işlemezler.
Hatırlanacağı gibi, Kandil’in bombalandığı ve kara operasyonlarının gündeme getirildiği dönemlerde BDP kendi kitlesini, operasyonları engellemek ve bombalamaları durdurmak üzere canlı kalkan olmaya çağırmıştı. Bu sefer tersinden düşünün; yine BDP’nin jandarma ve polis karakollarının, bunların lojmanlarının önünde ateşkes çağrısı yaparak canlı kalkan eylemleri örgütlediğini…
Kendiyle konuştuğunu…