Kaddafi’nin son fotoğrafları ve videolarını gördüğümde “Bu mu?” demekten kendimi alamadım: “Arap Baharı’nın geldiği son nokta bu mu?” Tunus’ta “Yasemin Devrimi” adı altında çok romantik bir isim ve kendiliğinden gelişen bir halk hareketiyle başlayan süreç, geçen on ayın sonunda Libya’daki bu vahşet ve iğrenç manzaraya dönüştü. Kısaca anımsayalım… Tunus’ta işsiz bir gencin kendisini tutuşturmasıyla başlayan […]
Kaddafi’nin son fotoğrafları ve videolarını gördüğümde “Bu mu?” demekten kendimi alamadım: “Arap Baharı’nın geldiği son nokta bu mu?”
Tunus’ta “Yasemin Devrimi” adı altında çok romantik bir isim ve kendiliğinden gelişen bir halk hareketiyle başlayan süreç, geçen on ayın sonunda Libya’daki bu vahşet ve iğrenç manzaraya dönüştü.
Kısaca anımsayalım…
Tunus’ta işsiz bir gencin kendisini tutuşturmasıyla başlayan ve dijital devrimin hızıyla yayılan “devrim rüzgârları”, Tunus’un eski sömürge gücü Fransa başta olmak üzere, Batı’yı gafil avlamıştı.
Öyle ki, 2011 başında Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturan Fransız Bakan Michele Alliot-Marie, Bin Ali’ye kol kanat germek amacıyla Paris’ten “destek güvenlik güçleri yollamayı” önermiş; “Fransız polisinin, Tunus isyanını bastırmak için diktatöre her türlü desteği verebileceğini” söylemişti.
İsyancılara karşı, nefret edilen 24 yıllık bir dikta rejimine arka çıkan Fransa ve Avrupalı güçlerin cümlesi, başta Arap âleminde “tabandan gelen bir protesto eyleminin” böyle dallanıp budaklanmasına ihtimal vermemiş, bu nedenle ters köşeye yatmıştı.
Ezber bozan bu ayaklanmalara karşı, Avrupa kançılaryalarındaki ilk tepkiler, “Bu da nereden çıktı?” şeklinde oldu.
Hızla Tunus diktatörünü koltuğundan eden “Yasemin Devrimi”, daha sonra Mısır’da genişleyerek “Arap Baharı” adını aldı.
Tahrir’in kadınlı erkekli, farklı inanç gruplarından gelen rengârenk kalabalıklarının kırılmayan dirençle “Mübarek’i istifaya çağırmaları”, tarihi bir kırılma noktası oldu.
Baskıya uluorta meydan okuma cüretini bulan Araplar, “Tahrir Meydanı’ndan” bakıldığında, “özgürlüğe” hiç bu denli yakın olmamışlardı.
‘Bahar’ Libya’da şekil değiştirdi
İlk aşamada “Yasemin Devrimi” tecrübesini “nevi şahsına münhasır Tunus” örneği ile sınırlı tutmak eğiliminde olan Batılı güçler, derken Mübarek’i feda etmek konusunda da direndiler.
Obama, Mübarek’i kollamanın isyancılar nezdinde hiçbir sonuç vermeyeceğini günler süren protestolar sonunda idrak etti ve son firavunun biletini büyük bir isteksizlikle kesti.
11 Şubat’ta Mübarek de koltuğundan ayrılmak zorunda kalınca oyunun kuralları hepten değişmiş, Kuzey Afrika’da yeni bir satranç başlamıştı.
Şubat ortası Libya isyanı patlak verdiğinde Batılılar, Tunus ve Mısır örneklerinden gereken dersleri çıkarmış olarak satranç masasına yeniden oturdular.
“Yasemin Devrimi’nin” Tunus sınırlarını aşıp Mısır’da “Arap Baharı” şeklini almasıyla, “domino etkisinin” artık önlenemeyeceği kesinkes anlaşılmıştı.
“Yasemin Devrimi’nin” Batı’da tongaya bastırdığı ilk lider olan Sarkozy, bu defa herkesten önce önlem almak gereksinimi hissetti ve Libya’daki ilk kalkışmalar baş gösterir göstermez isyancılardan yana taraf oldu.
Fransa, uluslararası camiadan destek aramaya gerek duymaksızın kendini Libya’nın tek temsilcisi ilan eden “Ulusal Geçiş Konseyi’ni” tanıdı. Ardından da, BM Güvenlik Konseyi’nden hava harekâtı kararı aldırtmak için tüm gücüyle gaza bastı.
Sonrası çorap söküğü gibi geldi…
‘Demokrasi’ için beter bir kare olamaz!
“Kendiliğinden” gelişen dinamikler üzerinde yükselen “Arap Baharı”, Libya’da bu niteliğini yitirerek emperyalizmin maşasına dönüştü, ama bu arada çok iddialı olan”demokratikleşme” söylemleri ve retorikleri bire bir aynı kaldı.
Söz gelimi TV ekranlarında arzı endam eden silahlı milis/eşkıyalardan, özgürlük mücadelesi veren “muhalif güçler” deyimiyle söz edilmekteydi…
Fransız, İngiliz uçakları, isyancıların geçeceği noktaları önceden bombalayarak bu “isyancı güçlere” doğrudan yol açıyordu…
Irak ve Afganistan bataklarından sonra Libya serüveninde en ön sıralarda sahne almak istemeyen ABD de sürekli olarak “arka koltuktan” devreye giriyordu. Öyle ki, bu aşamadan itibaren Obama’nın “Arap Baharı’na liderlik etme tarzına”, “geri plandan liderlik” adı verilmişti.
Vahşi bir diktatör olan Kaddafi, sonuçta bu kolonyal yöntemlerle ele geçti.
Bahardan bu yana, Batılı güçlerin denetimi / gözetimiyle yönetilen “Libya’nın özgürleştirme sürecinde” (!), sivil halk öte yanda çok ağır kayıplar verdi.
Diktatörün infazı, bu kayıpları öyle anlaşılıyor ki ağırlaştıracak…
Ortak düşman Kaddafi’nin yok olmasıyla; klanlar, aşiretler arası düşmanlıklar devreye girerek şiddetlenecek.
Ama buna karşın hiçbir devlet geleneği, siyasi partiler, kurumların olmadığı bir ülkede; “toplumsal barışın”, “hukukun üstünlüğünün” sağlanması, “demokrasinin yeşermesi” beklenecek!
Bizden şimdi bu tabloyu “Arap Baharı” ve “demokrasi” adına sevinçle karşılamamız ve alkışlamamız isteniyor!
Reytingi yüksek bu büyük “etiketler” adına oysa bundan beter bir sonuç elde edilemezdi. Yarına buradan devam.