Dün, katillerin avukatlığını “ılımsız” İslamcılardan Şevket Kazan yaparken, onun yerini bugün “ılımlı ve gömlek değiştiren” İslamcı kardeşlerinden Hayati Yazıcı’nın aldığını biliyoruz! Sivas katliamının 18. yıldönümüne yaklaştığımız şu günlerde açılan yaralar hala kapanmadı. Acıyı, ateşi yüreğimizde hissettiğimiz, her Temmuz başında olduğu gibi “Güneşin Ozanlarını” andığımız günlerdeyiz. Oysa kim bilebilirdi ki “aydınlığın” karanlık ellerce yakılarak tutuşacağını? Kim […]
Dün, katillerin avukatlığını “ılımsız” İslamcılardan Şevket Kazan yaparken, onun yerini bugün “ılımlı ve gömlek değiştiren” İslamcı kardeşlerinden Hayati Yazıcı’nın aldığını biliyoruz!
Sivas katliamının 18. yıldönümüne yaklaştığımız şu günlerde açılan yaralar hala kapanmadı. Acıyı, ateşi yüreğimizde hissettiğimiz, her Temmuz başında olduğu gibi “Güneşin Ozanlarını” andığımız günlerdeyiz. Oysa kim bilebilirdi ki “aydınlığın” karanlık ellerce yakılarak tutuşacağını? Kim bilebilirdi ki yükselen her bir kıvılcımın aydınlanma yolumuza ışık tutacağını? Üstelik her şey çok güzel başlamıştı…
Yüzyıllarca şiirlerini deyişlerini unutmadan, kuşaktan kuşağa aktararak yaşatan halk, Pir Sultan Abdal’ı unutmamış, yaşadığı topraklarda onun adında bir dernek kurmuş ve her yıl etkinlikler düzenlemeye başlamıştı. Ne var ki kısa bir süre sonra dernek ve etkinlikleri “Bizim çocukların başardığı” operasyon ile! 1980 darbesine takılır ve kapanır. Ancak Pir Sultan Abdal’a gönül verenler bu mücadeleyi sürdürmeye kararlıdır. Çünkü o sadece bir ozan değil, Osmanlı yönetiminin baskı, katliam ve soygununa karşı çıkarak halkı örgütleyen bir halk önderidir de aynı zamanda. Zaten bu yüzden sonu tüm “boyun eğmeyenler” gibi darağacı olmuştur.
1988 yılında toplanan “canlar” derneği tekrar açmaya karar verirler. Yine aynı şekilde etkinliklere de devam ederler. O yıl (1993) 1-4 Temmuz arasında bu etkinliklerin 4’üncüsü düzenlenecek, birçok aydın sivil toplum kuruluşu bu etkinliklere davet edilerek Sivas’a çağırılacaktı. Bunun için bir bildiri hazırlanmıştı:
“Tarih, ulusumuzun ve yaşamsal donanımımız olan kültürümüzün asimile edilerek Araplaştırılmasına ve sonuç olarak da yok edilmesine karşı gösterilen direncin örnekleriyle doludur. Bunlardan en önemlisi kuşkusuz Atatürk’ün uluslaşma, laikleşme ve çağdaşlaşma çabalarıdır. Bunun yanında Alevi yurttaşların Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde dinsel gericiliğe, din devletine, dinin siyasete ve kişisel çıkarlara alet edilmesine karşı verdiği mücadelenin sayısız örnekleri de tarihi birer gerçek olarak ortadadır. Bunlardan en çarpıcı örnek de PİR SULTAN ABDAL’dır . (…) Hacı Bektaş Veli, Pir Sultan Abdal, Abdal Musa ve benzeri halk önderleri adına düzenlenen şenlikler, bizler için mihenk taşlarıdır. (…) Pir Sultan Abdal Kültür Şenlikleri’ne sürekli evsahipliği yapan derneğimizin Yönetim Kurulu, yukarıda bilgilerinize sunulan özet görüşlerden yola çıkarak, farklı bir yol ve yöntemi önermekte, evsahipliğini de bölüşmek istemektedir. Bu şenliklerde kültürümüz, en anlamlı şekilde ortaya konmalı, bizler tarafından dikkatle izlenmeli ve konuklara keyifli bir ortam sunulmalıdır.”
Bu şekilde düzenlenmeye hazırlanan şenlikler bildiride olduğu gibi misafirlerin bölüşülmesi, bir kısmının yöre halkı tarafından evinde ağırlanarak, bir kısmının da otellere gönderilerek yer probleminin halledilmesi ile başlamaya artık hazırdı.
Şenliklerin ilk günü olan 1 Temmuz programı Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Başkanı ve Aziz Nesin’in de katıldığı bir konferans ile başlar. Konferansa ilgi büyüktür. Ancak bir yerde bir şeyler çoktan kök salmaya başlamıştır. Karanlığın soğuk nefesi Sivas üzerinde dolaşmaya çıkmıştır.
Öğleden sonra Buruciye Medresesi’nde kitap ve fotoğraf sergilerinin açılışı yapıldıktan sonra Kültür Merkezi’nde Hasret Gültekin’in dinletisi kulakların pasını alır ve gün, “Çağların Pir Sultanlarından Günümüz Pir Sultanlarına” başlığıyla düzenlenen panel ile sona erer. Etkinlikleri izleyen Sivaslılar, kent dışından gelenleri evlerine konuk etme yarışına girmişlerdir. Konukların bir kısmı evlere dağılırken, bir kısım konuk da otellerde kalmayı yeğlemiştir. Kim bilebilirdi ki o gün bir dost hanesi yerine oteli tercih etmek “dünyanın tek 33 yıldızlı otelini” doğuracaktı.
2 Temmuz…
Sivas sokakları sessiz ve sakin bir güne başlıyor. Ortalıkta fırtına öncesi bir sessizlik var. O fırtınanın haberleri geliyor ama pek de ciddiye alınmıyordu ilk başta. Oysaki karanlık bir el çalışıyor, hiç durmuyordu. Günler öncesinden camilerde kapalı toplantılar yapılıyor, isimsiz-imzasız bildiriler, altında “Allah rızası için” ibaresi ile dağıtılıyordu. Yıllardır “Milliyetçi-Muhafazakar” kardeşlerini(!) besleyen bir el yine iş başındaydı. Milli Görüş Vakfı aracılığı ile “bindirilmiş kitleler” Sivas’a taşınıyor, tıpkı 1980 öncesinde olduğu gibi “gerekli eğitimler” veriliyordu. Artık vakit gelmişti. Harekete geçilebilirdi. Ancak, önce “Dini duyguları” ile oynanmış “ateşli” bir kitle lazımdı. Bunun ise yolu her zaman biliniyordu. Maraş’ta, Malatya’da, Çorum’da ne yapıldıysa o yapılacaktı. Sadece üzerinde biraz oynanıp, “Gomilisler içme suyuna zehir katmış” gidecek, yerini sonu “ayetlerle” biten bildiriler alacaktı. Katliamdan 2 gün önce dağıtılan bir bildiri şu şekilde idi:
“Mü’minlere öz canlarından daha ileri olan Allah Resûlü (S.A.V.)’ne ve O’nun temiz zevcelerine, Allah’ın beytine (Kâbe’ye) ve kitab’ı Kur’an’a alçakça küfredilmekte ve mü’minlerin izzet ve namuslarına saldırılmaktadır. (…) Dünyanın bazı bölgelerinde şeytan ve onun yandaşları olan emperyalist kâfirler, dinimize ve mukaddes değerlerimize dil uzatmaktadırlar. (…) Bu iğrenç oyunların bir uzantısı olarak ülkemizde de dünya emperyalizminin gönüllü uşağı Aziz Nesin, aynı şekilde, Kur’an’ın korunmuşluğuna dil uzatmış, Hazret-i Peygamber (S.A.V.)’in aile hayatını (hâşâ) bir genelev ortamına benzetmiş ve ümmetin anaları olan hanımlarına (hâşâ) fahişe deme cür’etinde bulunmuştur. (…)Kâfirler şunu iyi bilmeli ki: İslâmın Peygamberi’ni ve kitab’ın izzetini korumak için, bu uğurda verilecek canlarımız vardır. Gün, Müslümanlığımızın gereğini yerine getirme günüdür. Gün, Allah (C.C.)’ın vahyi Kur’an-ı Kerim’e, Allah’ın meleklerine, Allah’ın Resûlü Hz. Muhammed (S.A.V.)’e, O’nun ailesine ve ashabına yöneltilen çirkin küfürlerin hesabının sorulması günüdür…”
Bildiride açık olarak Aziz Nesin ve sözleri çarpıtılarak hedef gösterilmekte, zaten her hali ile dini duygularında “balans ayarına” yatkın olan halk kışkırtılmaktaydı. Hele ki yazıyı yazanlar aynaya bakmaya unutup bu etkinliğe katılanları, başta Aziz Nesin olmak üzere “emperyalizmin gönüllü uşağı” ilan etmemişler mi, işte bu tam da Aziz Nesin’lik bir konuymuş!
2 Temmuz günü etkinlikler saat 10’da başlamış, 14’te ise “Medya ve Emperyalizm” konulu bir panel düzenlenmişti. (Daha sonra medyanın Sivas katliamı ile ilgili duruşunu anlattığımda göreceksiniz ki panelin ismi tam yerine oturmuş!)
Bu arada dağıtılan imzasız bildirilerin, Camilerde yapılan toplantıların ve bindirilmiş kıtaların ektiği tohumlar yeşermiş! İlk tepkiler doğmaya başlamıştı. Kültür merkezinde etkinlikler devam ederken, gericiler “Sivas size mezar olacak, Şeriat gelecek, zulüm bitecek, Yaşasın şeriat, Muhammed’in ordusu kafirlerin korkusu, Yaşasın Hizbullah, kahrolsun laiklik, şeriat isteriz…” sloganlarıyla önce valiliği taşlar daha sonra “Halk Ozanları Heykeli” ve Atatürk heykeline saldırırlar. Günlerdir bildiri dağıtılmasına, yerel basının kışkırtmalı yayınlarına ve valilik ile Atatürk heykellerine kadar uzanan ellerin varlığına rağmen ortalıkta ne bir polis ya da başka güvenlik güçlerinin görülmemesi de o gün
orda devletin olmadığına ve ileriki saatlerde de olmayacağına işaretti. İlk saldırılar birkaç “taşlama” ile bertaraf edilmiş kültür merkezinde etkinliklerini sürdüren kalabalık ise güvenle oradan çıkarılmış ve dağıtılmıştı. Ancak bu süre zarfında birçok küçük grup birleşerek sayıları 10 binleri bulan öfkeli bir kalabalığı oluşturmuştu. Ve şüphesiz ki bu kalabalığın yeni hedefi Madımak Oteli idi.
Olay yerinde birkaç polisten başka kimse yoktu ki Aziz Nesin dahil birçok kişi olacakları önceden görmüş, sadece birkaç saat uzaklıkta bulunan Ankara’yı sürekli arayarak takviye kuvvet isteminde bulunmuştu. Ancak yaklaşık 6 bin asker mevcudundan sadece 40 kadar acemi er olay yerine Sivas tugay komutanı tarafından yollanır. Bunlara yanına sayısı 70’i bulan Kayseri ve Tokat’tan gelen takviye(!) birlikler eklense de kalabalığın arasında kaybolan güvenlik güçlerine artık sadece olacakları izlemek kalmıştı. Devlet Madımaktakileri resmen kaderlerine terk etmiş yalnız bırakmıştı.
Bir kıvılcım yakılır. Önce “ten” yanar. Karanlığın soğuk nefesi, ölüme türküler yakanların aydınlık yüzleri ile alevlenir. Sonra “can” yanar. Ve acısı hiç bitmez, ateşi hiç sönmez. Hani demiş ya Nazım; “Sen yanmazsan, ben yanmazsam nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” diye, işte onlar yanarak aydınlattılar bizim yolumuzu. Her kıvılcımlarından binlerce yoldaş doğurdular ki kavgalarını hala türkülerine yazar. Çünkü “türküler yanmaz!”
O gün Sivas’ta ava giderken avlanan(!) 2 saldırgan ve oteldekilerin bizi bırakın size bir şey yapmazlar, çıkın demesine rağmen içerdekileri umurundan bile geçirmeden patronun mallarına sahip çıkmaya çalışan 2 otel görevlisi haricinde 33 aydın yanarak can verdi. 51 kişi kendi imkanları ile bu cehennemden yaralı olarak kurtulabildi ki aralarında bir boşluk bularak yan tarafta bulunan BBP il binasına geçmeye çalışanlar bile mevcuttur.
Aziz Nesin ve Lütfü Kaleli ise çatıya çıkarak yardım istediler ve olay yerine saatler sonra gelen, geldiğinde ise borularına ve teknik yapılarına göstericiler tarafından zarar verilen itfaiye ekipleri tarafından oradan indirildiler. Ama ne iniş! O görüntü hepimizin hafızasına kazınmıştır. Aziz Nesin ve Lütfü Kaleli merdivenlerden inerlerken, Sivas Belediye Meclisi Üyesi Cafer Erçakmak ile bazı belediye görevlileri saldırıya geçer. Aziz Nesin ve Lütfü Kaleli, itfaiyenin merdivenlerinden aşağıya atılırlar. Başından yaralanan Aziz Nesin ve Lütfü Kaleli’yi linç edilmekten araya giren polisler kurtarır. Yaralılar ambulansla değil polis arabalarıyla Tıp Fakültesi Hastanesine götürülür.
Peki bunların hesabını kim verecekti?
20’li yaşlardaki gençlerin, hiçbir şeyden habersiz, bitirme tezi olarak Türkiye’deki kadınları araştırmak için ülkemize gelen ve yolu Sivas’a düşen Carina Thuijs’ın, ülkenin aydınlık yüzlerinin, ozanların, şairlerin diri diri yakılmasının hesabını kim verecekti?
“Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş. Olayları çok yakından izledim. Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır. Ortada, halkla halkın çatışması yoktur. Halkla güvenlik güçlerinin çatışması yoktur. Karşılıklı gruplar arasında çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır” diyen Süleyman Demirel mi?
“Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir” şeklinde buyuran Tansu Çiller mi?
“Aziz Nesin’in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir” açıklamasını yapan İçişleri Bakanı mı?
Yoksa “Olaylara geç müdahale edilmesinde Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Çiller ve Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in de benim kadar sorumluluğu var” demekle yetinen Erdal İnönü mü?
Belki de asıl suçluyu bize zamanın medyası gösterir, ne dersiniz? Bakın ne diyorlardı:
“Önce, Aziz Nesin’e ‘artık dur’ demek gerekiyor.” (Yalçın Doğan)
“Olayların tetiği Aziz Nesin’in provokasyonu ile çekiliyor ve başka provokatörlerin de olayların içine girmesi ve devletin acziyle beslenerek, Madımak Oteli”nin kundaklanmasına ve 35 kişinin yanarak ve boğularak can vermesine işler varıyor…” (Cengiz Çandar)
“Komik hikâyelere imza atan yazar Aziz Nesin, bu defa izleri uzun yıllar kalacak bir trajedinin kahramanı oldu. Sivas’ta ilk elde 35 kişinin ölümü, çok sayıda kişinin de yaralanmasıyla sonuçlanan arbede, onun merkezinde bulunduğu yoğun tahriklerle meydana geldi.” (Fehmi Koru)
“Halkta bir hazırlanmışlık olmasa, Aziz Nesin’in Pir Sultan Abdal şenliklerinde söylediği birkaç münasebetsiz cümle bu kadar tepkiye yol açmazdı. Nihayet, ‘Beyin damarlarının kireçlendiği’ izlenimi veren, öte yandan da bir ‘hırs-ı piri’ ile yanıp tutuşan birinin hezeyanları olarak değerlendirilir biterdi.” (Oktay Ekşi)
Evet, suçlu ilan edilmişti: Aziz Nesin! Peki, o ne diyordu:
“Başsavcı soruyor bana; kimden şikâyetçisin?
Şöyle yanıt bekliyor benden: Efendim, itfaiye merdivenlerinden inerken beni döven itfaiye erinden şikâyetçiyim. Başka? Beni yere atıp sürükleyen, başımdan yaralayan ve bindirdikleri arabada döven polisten…
Başka?
Beni döven encümen üyesi o sakallı adamdan. Böylece figüranlık oyunu tamamlanmış, oynanan oyun bitmiş ve perde kapanmış olacak. Ama benim derdim, bu kanlı senaryoyu yazmış olanlarla. Bu senaryoyu kim yazdı?”
Bu senaryoyu kim yazdı biliyoruz!
“Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorlar” diyerek, “Gazanız mübarek olsun” diyerek oyunu planlayan güce “piyonluk” edenleri biliyoruz!
Yargılama sürecinde oynanan oyunları, süreci uzatarak sonunu “zaman aşımına” getiren elleri biliyoruz!
Dün, katillerin avukatlığını “ılımsız” İslamcılardan Şevket Kazan yaparken, onun yerini bugün “ılımlı ve gömlek değiştiren” İslamcı kardeşlerinden Hayati Yazıcı‘nın aldığını biliyoruz!
Devletin, kendini temize çıkarmak için suçu 3.iddianame ile önce Ergenekon‘a sonra PKK‘ye attığını biliyoruz!
Ve bildiğimiz bir şey daha var:
Sen güneşin ozanlarını
Durdurabilir misin sandın
Rüzgârın şarkısını
Susturabilir misin sandın
Korkmuyorum şiddetinden
Ateş tutan ellerinden
Ürkmüyorum nefretinden
Ve karanlık nefesinden
Boyun eğmem asla sana
Yaksan bile bedenimi
Ben doğarım küllerimden
Gücün varsa durdur beni
Kayaların ruhundanım ben
Yıldızların öyküsü bende
Otuz yedi güneşim var
Işıldar durur yüreğimde
Boyun eğmem asla sana
Yaksan bile bedenimi
Ben doğarım küllerimden
Gücün varsa durdur beni
(Almora – Güneşin Ozanları)
* Onur Aksoy
Afyon Kocatepe Üniversitesi
Kaynaklar:
• Türker Y. 2010, Madımak, Radikal
• Yalçın S. 2007, Bizi affedebilecek misin Carina, Hürriyet
• Kürkçüoğlu F. 2007, 2 Temmuz 1993 Madımak Katliamının yıldönümünde, ‘Cehennem Ateşi’ni yakmakla övünenlere soruyoruz: Ne çok tahrik oluyorsunuz?, BirGün
• Pir Sultan Abdal / Kültür ve Sanat Dergisi, Sayı 8, Ağustos 1993
• Yiğenoğlu Ç, Ölü Ozanlar Kenti Sivas
• Bilinmeyen Yönleriyle Sivas Katliamı, Ayyıldız Yayınları
• Nesin A. 1995, Sivas Acısı, Adam Yayınları
• Yalçın Doğan
/ Milliyet, 4 Temmuz 1993
• Cengiz Çandar / Sabah, 4 Temmuz 1993
• Fehmi Koru / Zaman, 4 Temmuz 1993
• Oktay Ekşi / Hürriyet, 4 Temmuz 1993