Meğer 50 yıl önce Türkiye’de ne çok şey olmuş! TİP 50 yıl önce bu ay kurulmuştu. Almanya’ya ilk işçi kafilesini de gene 50 yıl önce Şubat ayında göndermişiz. Devamı gelecek: 27 Mayıs sonrasında siyasal faaliyetlerin serbest bırakılması ve ilk seçimler; 1961 Anayasası’nın referandumda kabulü; Yassıada’da mahkûm edilenlerden üçünün idam edilmesi ve daha başkaları; bunların hepsi […]
Meğer 50 yıl önce Türkiye’de ne çok şey olmuş!
TİP 50 yıl önce bu ay kurulmuştu. Almanya’ya ilk işçi kafilesini de gene 50 yıl önce Şubat ayında göndermişiz. Devamı gelecek: 27 Mayıs sonrasında siyasal faaliyetlerin serbest bırakılması ve ilk seçimler; 1961 Anayasası’nın referandumda kabulü; Yassıada’da mahkûm edilenlerden üçünün idam edilmesi ve daha başkaları; bunların hepsi 50 yıl öncesinin önemli olayları.
Normaldir ve belirli bir mantığa oturmaktadır. 27 Mayıs’ı izleyen 6-7 ay (1960) belirsizliklerle, aydınların ve siyasetçilerin zemin yoklamalarıyla ve yasaklarla geçmiş, ortam 1961’le birlikte normale dönmeye başlamıştır.
Ancak, sürecin gelişimi bir başka mantığa, daha doğrusu önemli sayılabilecek bir tarihsel dönemece de işaret etmektedir: 1961 yılı, 1930’lardan sonra Türkiye’yi topyekûn yeniden şekillendirmeye yönelik ikinci büyük hamlenin çeşitli cephelerde fiilen başlatıldığı yıldır. Diğerlerine göre ön plana çıkan üç cephe söz konusudur.
***
Birincisi, Arap dünyasında yaşanan gelişmelerden canı sıkılan Batı’nın, Türkiye’nin olası dış politika tercihleri konusundaki kuşkuları giderilmiştir. 1961, 27 Mayıs 1960’ta verilen sözü teyit edip pekiştiren açıklamaların yılıdır. Cemal Gürsel, Türkiye’nin dış politikada “tarafsızlık” gibi bir niyeti olmadığını, NATO’ya ve CENTO’ya bağlı kalınacağını defalarca açıklamak zorunluluğunu duymuştur. Anti-komünistliği ve Amerikancılığı ile tanınan Dışişleri Bakanı Selim Sarper, yapılacak genel seçimleri kazanacağı varsayılan CHP’ye girmiştir. Batı için baş ağrısı olan Nasır’ın Mısır’ı, Türkiye ile diplomatik ilişkilerini kesmiştir.
Bütün bunlar karşılıksız kalmamıştır: 6. Filo Türkiye’yi ziyaret etmiş, NATO’cu General Lemnitzer Türkiye’nin vazgeçilmez stratejik önemini Berlin’le kıyaslayarak tebarüz ettirmiştir.
***
İkincisi, 1960’tan sonra 20 yıl boyunca Türkiye’nin toplumsal-siyasal çehresine damgasını vuracak olan sınıf mücadelelerinin ilk salvoları da 1961 yılında başlamıştır. Yılın sonlarında ses getiren 100 bin kişilik Saraçhane mitingi öncesinde, örneğin İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’nin çıkışları önemlidir ve keskin denebilecek bir sınıf mücadeleleri döneminin ilk habercilerindendir.
Bu arada, karşı taraf da hazırdır. Sanayi Bakanı Şahap Kocatopçu “oy avcılığı için kurulan bütün fabrikaların kapatılacağını” ve “kâr eden kamu kuruluşlarının özel sektöre devredileceğini” açıklarken, temsil ettiği sınıfın “bilinci” konusunda net bir fikir vermektedir. İşçiyi kollar görünen her yasal düzenleme, işveren kesiminin şiddetli tepkisini çekmektedir.
***
Üçüncüsü, yükseleceğe benzeyen sınıf mücadeleleri, “planlı kalkınma” tercihi, yeniden teyit edilen batı angajmanı, hızlanan kır-kent göçü, kentleşme vb olgular, devleti, kurumlarını ve genel olarak kamusal alanı yeniden yapılandırma gereğini ortaya çıkarmıştır. DP dönemi “mağduru” asker, OYAK’la hem geçmişin acısını çıkarmış, hem de “egemen sınıfa öykünme” fırsatını bulmuştur. Daha önemlisi, “planlı kalkınma”, ilk kez getirilen Anayasa Mahkemesi ve Cumhuriyet Senatosu gibi kurumlar belirli bir amacı yöneliktir: Devletle birlikte, gündeme ağırlığını giderek daha fazla koymaya başlayan burjuvazinin, siyasal partilerin iktidar hırsları ve gelişigüzel icraatları karşısında kollanması…
Özetle, nirengi noktaları 1961 yılında büyük ölçüde belirginleşen yeniden yapılanma, artık varlığı inkâr edilemeyecek sınıfsal saflaşmaları ve sınıf mücadelelerini çeşitli tamponlarla ve basınç boşaltma kanallarıyla belirli sınırlar içinde tutmayı amaçlamıştır.
***
Evet, 50 yıl önce ikinci yeniden yapılanma gündemdeydi.
Bundan 20 yıl sonra, 12 Eylül’le birlikte üçüncü yeniden yapılanma devreye girmiştir. Ancak, 12 Eylül’ün yeniden yapılandırıcılığını salt kendi askeri-faşist çehresiyle sınırlamayıp 8 ay önceki 24 Ocak kararlarıyla birlikte düşünmek en doğrusu olacaktır. Önemli bir nokta daha: 12 Eylül rejiminin 1930’lardan ve 1961 Anayasası’ndan “koptuğu” yerlerin aşırı abartılıp üçü arasındaki kimi süreklilik ve tekrarların görülmemesi, tarihsel çözümlemeyi sakatlayacak bir eksiklik olacaktır.
12 Eylül rejimi, bir bakıma nesebi sahih bir çocuktur; bu çocuğu kriminal bir tip yapan asıl etmen de ardındaki 24 Ocak kararlarıdır.
***
Şimdi, sadede gelelim.
Türkiye bugün AKP eliyle dördüncü yeniden yapılanma döneminden geçmektedir. Ordusu, yargısı, üniversitesi, medyası, idari sistemi, bürokrasisi ile topyekûn bir yeniden yapılanmadır bu. 12 Eylül’ün getirdiği yeniden yapılanmanın ardında 24 Ocak kararları var idiyse, bu son yeniden yapılanmanın itici gücü de artık “kararlar” demeti olmaktan çıkıp sistemik, yerleşik hale gelen, 24 Ocak “felsefesidir”: Neo-liberalizmdir, yeni sağdır, devletin dönüşümüdür, yönetişimciliktir, vb.
Yeniden geriye dönersek, mimarları arasında “solcu” kimlikte kişiler olsa bile, 1961 Anayasası “bu ülkede biraz da sol güçlensin”, “sol gelişsin ki sağı dengelesin” niyetiyle yapılmamıştır. 60’lı yıllarda yükselen sınıf mücadelesi, 1961 Anayasası’nın açtığı kapılardan geçmemiş, kendi dinamizmiyle birtakım kapıları zorlamış, 1961 Anayasası’nın öngördüğü sınırların dışına taşmıştır.
Bugün Türkiye yeniden yapılandırılıyorsa ve bu yeniden yapılanmanın Anayasayla, çeşitli düzenlemelerle ilgili boyutları varsa, ne olursa olsun sınıf mücadelesi ve siyaset 1960’tan sonra olduğu gibi bu kalıpları da kıracaktır.
Kırdığında, 12 Eylül’dekine benzer bir saflaşma ve hesaplaşma uğrağı gelip çatacaktır.
Böyle bir saflaşma ve hesaplaşmada sol bu kez yenilmezse, ezilmezse, karşısındakiyle çatır çatır hesaplaşabilirse, o zaman Türkiye gerçekten devrimci bir ortama girmiş olacaktır.