Bu hafta gerçekleşecek ABD-Çin zirvesi öncesi tartışmaları, Tunus’taki devrimle, Sudan’ın bölünmesiyle ilgili yorumları okuyorum, işte bu soru geliyor: Hâlâ ABD hegemonyası altında hızlanan “küreselleşme”nin ‘dünya’sında yaşıyor olabilir miyiz? Cevap vermeyi denemeden önce isterseniz şunları da göz önüne alalım. Birincisi WikiLeaks olayı, hızını biraz kaybetti ama devam ediyor. Televizyon’da Sudan’la ilgili haberleri izliyorum, gözüme ünlü Hollywood […]
Bu hafta gerçekleşecek ABD-Çin zirvesi öncesi tartışmaları, Tunus’taki devrimle, Sudan’ın bölünmesiyle ilgili yorumları okuyorum, işte bu soru geliyor: Hâlâ ABD hegemonyası altında hızlanan “küreselleşme”nin ‘dünya’sında yaşıyor olabilir miyiz?
Cevap vermeyi denemeden önce isterseniz şunları da göz önüne alalım. Birincisi WikiLeaks olayı, hızını biraz kaybetti ama devam ediyor. Televizyon’da Sudan’la ilgili haberleri izliyorum, gözüme ünlü Hollywood aktörü George Clooney çarpıyor. Angelina Jolie‘yi, “dünyayı doyurmaya”, yoksulluğu yasaklamaya kararlı Bono‘yu anımsıyorum. Gates, Buffet gibi hayırsever milyarderleri… Aklım, buradan “sivil toplum” örgütlerine doğru gidiyor. Bu arada küresel ısınma, etkilerini sergileyerek artmaya devam ediyor; finansal kriz de… Cancun’dakiler alınması gereken önlemleri, zorunlu (Kyoto Anlaşması) olmaktan çıkarıp gönüllüye çevirdikten sonra utanmadan başarı taklidi yaptılar. İngiltere’de bankacılar, batırdıkları bankalar, vatandaşların vergileriyle kurtarıldıktan sonra, bu yıl da hiç utanmadan, müstehcen büyüklükteki maaşlarına ek olarak müstehcen büyüklükteki ikramiyelerini, halkta uyandırdıkları nefrete rağmen almakta ısrar ediyorlar.
Sizi bilmem ama bu görüntü, on yıl önceki dünyaya pek benzemiyor… Bir on yılın sonunda durup geriye bakınca, “A, artık her şey ne kadar değişmiş” dediğimiz bir döneme girmişiz gibi geliyor bana.
‘Çin, Japonya değil’
ABD – Çin zirvesi öncesindeki tartışmalar, artık Çin’in dünyadaki durumuna ilişkin, on yıl önce, kesinlikle olmayan bir mutabakata işaret ediyor. Financial Times‘dan Giden Rachman‘ın, Foreign Policy’de (Ocak/Şubat 2001) yayımlanan kapsamlı denemesinde savunduğu gibi, “bu kez farklı”, Çin, 1980’lerde hegemonya adayı izlenimi verdikten sonra, 1990’larda siyasi etkisini kaybeden Japonya gibi değil. ABD hegemonyasındaki gerileme geri döndürülemez bir süreç. Çin, artık ciddiye alınması gereken bir hegemonya adayı.
ABD dış politikasının iki emektar ağır topu Brzezinski‘nin (New York Times, 02/01) ve Kissinger‘ın (Washington Post 14/01) Deng Şiao Ping‘den bu yana ilk Çin-ABD zirvesiyle ilgili yorumlarında da bu ton hâkimdi. Brzezinski, zirvenin tarihsel boyutuna dikkat çekiyor, her iki ülkenin de karşı karşıya olduğu zorluklara işaret ediyor, işbirliğinin önemini, bu iki ülkenin tarihsel olarak önemli rolleri olduğunu vurguluyordu. Kissinger’ın yorumundaki ton çok daha belirgin ve uyarıcıydı. Kissinger, Çin seçkinlerinin, ABD dış politikasının Çin’in yükselmesini engellemeye yönelik olduğunu, ABD seçkinlerinin de Çin’in gittikçe artan küresel etkisinden, askeri gücünden kaygı duyduklarını vurguladıktan sonra, Çin’i bir süper güç olarak kabul eden bir formülasyona başvurarak “bir soğuk savaş” olasılığına karşı uyarıyordu. Kissinger’a göre ABD ile Çin arasında bir soğuk savaş, “hem uluslararası alanda hem de tek tek ülkelerin iç siyasetinde, taraf tutma zorunluluğu getirecek olan bir durum yaratabilir”.
Financial Times‘tan Philip Stephens‘e göre de geçen yılın en az yorumlanan küresel jeopolitik gelişmelerinden biri, “ABD’nin Asya’ya geri dönmesi”, diğeri “Çin ABD ilişkilerinin bozulmakta olmasıydı” (“The Perils of mutual miscalculation”, 13/01). Özetle, ABD hegemonyasının gerilemekte olduğuna, Çin’in artık yeni hegemonya adayı olarak yükseldiğine ilişkin bir mutabakat oluşmuş görünüyor.
Hardt ve Negri‘nin “İmparatorluk” olarak tanımladığı (sermayenin küresel egemenliği) olgusu açısından bu iyi bir haber değil. Sermaye çok devletli, sınırlarla bölünmüş bir coğrafyada sürekli bu sınırları aşarak genişlemeye çalışan bir “şey”. Bu genişlemesine devam edebilmesi için, bu devletlerin egemen sınıfları arasında, içlerinden birinin liderliği ve ortak bir ekonomik, kültürel model üzerinde mutabakat (bir hegemonya ilişkisi) gerekiyor. ABD hegemonyasının gerilemesi, ardından kısa bir süre için denenen “ABD imparatorluğu” stratejisinin başarısızlığı, uluslararası ilişkilerde bir “imparatorluk sonrası” ortamı yaratırken, sermayenin küresel “imparatorluğu” açısından da güçlü istikrarsızlık olasılıklarını gündeme getiriyor. Bu iki eğilimin birbirini beslemesi halinde, ki öyle olmaya başladı, giriş paragrafındaki değindiğim olguları anlamlandıracak bir çerçeve oluşuyor…
‘Yeni ortaçağlara hoş geldiniz’
Gerek bir devletin, gerekse de bir üretim tarzının “imparatorluğu” altında düzenlenmiş bir coğrafya, bu “imparatorluğun” çökmesi halinde dağılmaya başlıyor. Daha doğrusu, ABD’nin imparatorluk denemesiyle birlikte dikkatlerin yeniden yöneldiği Roma sonrası Avrupa tarihi bunu gösteriyor.
“Güçlü bir Çin Asya’yı şekillendiriyor, Hindistan kendinden emin bir biçimde Afrika’dan Endonezya’ya uzanıyor. İslamın etkisi hızla yayılıyor. Avrupa meşruiyet krizleriyle uğraşıyor, şehir devletleri servet biriktiriyor, yeni icatları geliştiriyor, özel kiralık ordular, dinci radikaller, insani amaçlı örgütlenmelere”… Paragrafıyla yazısına başlayan Parag Khanna (Financial Times, 28/12/2010) “tüm bunlar bizim bildiğimiz şeyler. Ama yaklaşık bin yıl önce, ortaçağların zirvesinde de durum aynen böyleydi” diyerek devam ediyordu.
Bu paragrafta vurgulananları biz de kolaylıkla tanıyoruz. Ortaçağların Avrupa’sına gelince, bugün, AB’nin krizine ek olarak, bu meşruiyet krizleri ortamını genelleştirmek gerekiyor. Sudan’ın bölünmesi, Irak’ın parçalanma eğilimi, Kürt sorununun gündeme getirdiği dinamikler, ortaçağın parçalı siyasi coğrafyasına benzer bir dönüşüme karşılık geliyor. Bu bağlamda ABD dış politika çevrelerinde egemen sav, daha önce de birkaç kez tartıştığımız gibi, sömürgeci dönemin Ortadoğu’da, (Sykes-Piko anlaşması) Afganistan’da (Durand hattı) ve Afrika’da yarattığı yapay sınırların dağılması gerektiği yönünde. Bu yolla gelecek on yıl içinde dünyadaki devlet sayısının 300’ü geçmesi, küçük, etnik olarak homojen yeni ulus devletlerin doğması bekleniyor (ulus devlet ortadan kalkıyor derken…).
Özel kiralık ordulara gelince, Irak’a, Afganistan’a bakabiliriz, dinci radikallere gelince nereye bakacağımızı biliyoruz. İnsani amaçlı örgütlenmelere gelince de, bin yıl öncesinin dilenci/sadaka düzeninin örgütlerine karşılık, bu gün, vatandaşların vergilerine dayanan sosyal hizmetleri, devletlerin yerine üstenen “Sivil Toplum Örgütleri”ne (Hardt ve Negri, Empire, Harvard, sf 26, 314), hayırsever zenginlere, “iyi niyetli” ünlülere bakmak gerekiyor…
Ortaçağların bir özelliği de Batı dünyasında Hıristiyanlığın yükselmesiyle, bilimsel ve rasyonel düşüncenin terk edilerek, dinci mitolojilere, dünyanın açıklanmasında doğa yasaları yerine mucize kavramına dönülmüş olmasıydı. (Sürecin öyküsü için: Charles Freeman, The Closing of the Western Mind, 2003, New York.) Bugün de genel olarak bilime, özel olarak evrim teorisine yönelik bir saldırıyla karşı karşıya değil miyiz?
Tüm bunlar, “hangi dünyada yaşıyoruz” sorusuna bir ölçüde cevap veriyor. Ama bu dünyayı kabul edip etmemek de yine insanların elinde…