“Karşımızdaki bir patoloji” diye buyuruyor hazret ilk cümlesinde ve cehaleti daha ilk cümlesinde başka bir sürü şeyle birlikte gazetedeki köşesinden üzerimize sıçrıyor. Cahil, çünkü patolojinin “hastalık bilimi” anlamına geldiğini de, doğrusunun “patolojik”, yani “hastalıklı bir vaka” olduğunu da bilmiyor. Ama bildiği bir şey var, yeni bir cahiliye devrinde yaşıyoruz ve bu topraklarda bu devirde en […]
“Karşımızdaki bir patoloji” diye buyuruyor hazret ilk cümlesinde ve cehaleti daha ilk cümlesinde başka bir sürü şeyle birlikte gazetedeki köşesinden üzerimize sıçrıyor. Cahil, çünkü patolojinin “hastalık bilimi” anlamına geldiğini de, doğrusunun “patolojik”, yani “hastalıklı bir vaka” olduğunu da bilmiyor. Ama bildiği bir şey var, yeni bir cahiliye devrinde yaşıyoruz ve bu topraklarda bu devirde en çok cehalet prim yapıyor, en çok cehaletin cüreti el üstünde tutuluyor.
Sonra devam ediyor; muktedir olmanın hastalıklı kibriyle iktidarı ve iktidar güçlerini akıl sahibi, kendisini aklı başında olanların sesi ve protesto öğrencileri de bir tür akıl yitimine uğramış, hastalıklı zihniyetler olarak sunuyor.
Şaşırtıcı mı, değil elbette! Nazilerin ya da 12 Eylül generallerinin sosyalistleri, komünistleri, devrimcileri iyileştirilmeleri gereken birer akıl hastası olarak gördüklerini ve hazretin de bu gelenekle olan zihinsel akrabalığını bildiğimizde hiç de şaşırtıcı değil. Şaşırmıyoruz, çünkü üstad, bir geleneği devam ettiriyor.
Gazete köşesine saltanat kurmuş olan cehalet, sözcükler halinde üstümüze başımıza sıçramaya devam ediyor. Öğrenci Kolektifleri’nin “marjinal sol grupların bir araya gelmesiyle” oluştuğunu öğreniyoruz mesela üzerimize sıçrayan cehaletten, öğreniyoruz ve hafiften midemiz bulanmaya başlıyor, engelleyemiyoruz. Bu grupların “marjinalliğin en uç sınırlarında” gezindiklerini de öğreniyoruz bu esnada. Marjinal sözcüğünün marjda, yani sınırda, yani uçta olanı anlatıyor oluşu yetmiyor, marjinalliğin de marjında, ucun daha da ucunda dolanıyor demek ki bu çocuklar. “Ne yapıyorlar acaba marjinal olmak için, converse giyip köşke mi çıkıyorlar mesela” diye düşünüyoruz, ama bir yanıt bulamıyoruz.
Bununla da yetinmiyor bu marjinalliğin marjında dolanan çocuklar, “müşteri” arıyorlar. “Neyin pazarlamasını yapıyorlar acaba” diye düşünüyoruz, “neyi pazarlamakla mükellefler, ülkenin derelerine, ormanlarına, taşına toprağına mı müşteri arıyorlar?” Yine bir yanıt bulamıyoruz.
İşte müşteri bulamadıklarından olsa gerek, güçlerini bir havuzda topluyorlar hazrete göre. Belki de holding falan kuruyorlardır, adını da “Öğrenci Kolektifleri Protesto ve Yumurta Atım A.Ş” koyacaklardır, kim bilir. Ne de olsa marjinalliğin marjında dolanıp bir de marş okuyan çocuklar bunlar, çok da şaşırmamak lazım.
Teşhisi koymuş hazret ve “ciddi anlamda psikolojik yardıma ihtiyaçları var” buyuruyor. Alacaksın bu çocukları misal, koyacaksın toplama kamplarına, çalıştıracaksın gece gündüz, sonra bağlayacaksın manyetoyu, vereceksin beyinlerine dalgayı, elektriği, mum gibi olurlar.” Aslında böyle demek istiyor ama ne de olsa ileri demokrasi çağındayız, şimdilik ima etmekle yetiniyor.
Marjinal marşlar okumakta ısrarcı olan bu çocukların psikolojik sorunlarından en önemlisi mazoşist olmaları üstada göre! Çünkü polis “onların istediği şekilde” orantısız güç kullandığı için mutlular, keyifleri yerinde, çünkü dayak yediler ve de amaçlarına ulaştılar. Ne de olsa ortada patolojik bir vaka, pardon cehaletimi maruz görün, bir patoloji var değil mi üstad?
Akıl hastası falanlar ama yine de bir stratejileri var bu marjinallerin. Üç gruba ayrılıyorlar eylem esnasında; lider grup bütün hareketleri yönetiyor, militanlar polisi tahrik edip şiddet kullanmaya zorluyor, sempatizanlar ise eylemlere hazırlanıyor. Hazret kontrgerilla broşürlerinden mi öğreniyor bunları bilmiyoruz ama üzerimize sıçrayan cehalete yalan ve iftira da çoktan eşlik etmeye başlamış durumda ve bizim de hassas bir midemiz var, ciddi ciddi bulanmaya başlıyor.
Sonra polise hastanelerdeki güvenlik görevlileri gibi davranması gerektiğini, bu hastalığın böyle tedavi edilemeyeceğini, polisin de tedaviye katılması gerektiğini öğütlüyor üstad; sadece cehalet, yalan, iftira değil artık üzerimize sıçrayan, hızlı bir alçalma hali. Bundan olsa gerek, bulantı hissi ağırlaşıyor.
Sonra kendi mazisini hatırlıyor hazret. Kuşağının gençliğini bu mücadeleler içinde kaybettiğini söylüyor. Bu noktada bizim de aklımıza kimi sorular geliyor, ne de olsa ortada bir “patoloji” var ya, ne de olsa deliyiz ya, delilerin yanındayız ya, hani aklı başında olmayanlarındanız ya, cevaplarını duyduğumuzda kusmayı dahi göze alacağımız kimi sorular geliyor aklımıza.
Diyoruz ki örneğin, sorsak da gençliğine, o maziyi anlatsa bize biraz mesela. Bahçelievler katliamını sorsak, 1 Mayıs 1977’yi sorsak, Kemal Türkler, Bedreddin Cömert, Doğan Öz cinayetlerini sorsak, 16 Mart katliamını sorsak. O da anlatsa bize gençliğinde mensup olduğu geleneğin tüm bu katliamları yaparken nasıl patolojik bir durumda olduğunu, öğrensek.
Ya da 90’ları anlatsa, 90’lar Türkiye’sini. Kontrgerillanın elinde ülke kan gölüne çevrilirken, “devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” cümlesinin nasıl bir ruh hali ile kurulduğunu anlatsa, anlatsa da öğrensek.
Hadi bunları anlatmıyor diyelim, her devrin adamı nasıl olunuyor, güce tapmak ne demek, hep muktedirin, hep güçlünün yanında olmak ne demek, hep muktedirin diliyle, hep zalimin diliyle, hep sağcılığın o patolojik diliyle konuşmak ne demek, bunları anlatsa sadece, anlatsa ve biz de öğrensek.
Ne de olsa bütün deliler, bütün marjinaller, bütün patolojik vakalar olarak “öğrenci kolektifleri” adı altında bir araya gelmişiz, ne de olsa öğrenciyiz, üstad anlatırsa, öğreniriz.