Bu yazı, 21 Eylül 2010 tarihinde yayınlanan “Kültür, Sanat ve Sınıf Üzerine” başlıklı yazıma, Serdar Türkmen tarafından cevaben gönderilen yazıya karşı bir cevap vermek ve katkı sunmak için yazılmıştır. Gördüğüm kadarıyla bu konuya dair ciddi kafa karışıklığı var. Öncelikle yazımın başlığını açmak isterim; “Kültür, Sanat ve Sınıf.” Şimdi kültür kelimesi ya da sanat kelimesi birbirinin […]
Bu yazı, 21 Eylül 2010 tarihinde yayınlanan “Kültür, Sanat ve Sınıf Üzerine” başlıklı yazıma, Serdar Türkmen tarafından cevaben gönderilen yazıya karşı bir cevap vermek ve katkı sunmak için yazılmıştır.
Gördüğüm kadarıyla bu konuya dair ciddi kafa karışıklığı var. Öncelikle yazımın başlığını açmak isterim; “Kültür, Sanat ve Sınıf.” Şimdi kültür kelimesi ya da sanat kelimesi birbirinin eş anlamlıları değil, birbirlerini tamamlayan destekleyen kavramları ifade eden kelimelerdir. Yoksa iki kelime yerine herhangi birisini kullanmayı seçerdim doğal olarak. Eğer fark edilirse yazının ilk bölümünde kültür alanına dair görüş belirttim ve ikinci bölümünde ise sanat alanına değindim. Yani ikisini birbirinin yerine kullanmadım. Kültürden başladım öncelikle ve daha sonra bu kültürel durumun bir yansıması olarak ortaya çıkan sanat alanına dair görüş belirttim. Serdar Türkmen’in numaralandırdığı bölümlerden yola çıkarak sırasıyla cevaplayalım.
1, 2. Öncelikle Altyapı -Üstyapı konusuna değinelim. Altyapı dediğimiz Marksizm’in, analizlerini temellendirdiği üretim ilişkilerine yani ekonomiye dair bir söylemdir. Konuyu dolaylı olarak da Marksizm ekseninde tartışacağız eğer derdimiz buysa. Marksizm’de altyapı dediğimiz şey eğer üretim biçimiyse ve neredeyse tüm Marksistlerin hemfikir olduğu bir durumsa bu, asıl tehlikeli olan bu eksenden çıkmaktır bir Marksist için. Üstyapı olarak ise kültürü dillendiriyoruz burada. Yani ekonomik üretim tarzının bir sonucu olan kültürden bahsediyoruz. Şu ana kadar sanat kelimesi geçmedi dikkat ederseniz. Kültürün özerkliği söylemi ise idealist bir yaklaşımın ürünüdür. Çünkü öncelikli olarak kültürü var eden koşulları tespit edip ardından kültür alanına dair bir tespitte bulunulabiliriz. Marks’ın altyapı-üstyapı kapsamında “Antik Yunan kültürünün modern çağda ortaya çıkmasının olanaksız olduğu” söylemi kıymetlidir bu nedenle. Tabii ki burada pozitivist bir yaklaşımdan bahsetmiyorum. Mekanik bir tanımlama yapmak gibi bir hataya da düşülmemeli. Ayrıca kültürü açıklarken sanatla eşanlamlı kullanmak idealist bir değerlendirmedir. Çünkü idealizmde kültür dar bir kalıpla entelektüel uğraş alanlarını ifade eder. Marksizm ise bu elitist yaklaşımın yerine kültürü bir toplumsal grubun tüm uğraşlarını ve ürünlerini kapsayan bir ifade olarak kullanır. Bu nedenle Marks’ın; “Elbette ki pek çok sanat ürününün, o dönemdeki iktidar ilişkileriyle bağı oldukça zayıftır” sözü direk sanata ilişkindir kültüre değil. Dolayısıyla Marks’ın kendi içinde bir çelişikliği yoktur.
3. Bu bölümde ise birbiriyle çelişen ifadeler var. Örneğin 11. yüzyılda Avrupa’daki gezgin şarkıcıları hem burjuva kültürünün temsilcileri olarak gösterip sonra da “11. yüzyılda burjuva sınıfı mı var” demek tezat… Ayrıca 11. yüzyılda dinin egemen olduğu bir iktidar yapısı mevcut ve bu düzene insani bir yaklaşımda bulunarak daha sivil bir sanat alanının yaratılmasının önünü açmışlardır. Bu anlamıyla bile kendi dönemi içinde devrimci bir misyon üstlenmektedirler. Hakim olan iktidara karşı bir başkaldırıdır bu her ne kadar bugünün siyaset algısına denk düşmese de. Oluşmamış bir koşulun değerlendirmesi bugüne göre yapılamaz. Diğer bir konu ise sınıf mücadelesi dediğimiz şeyin sadece burjuvazi sınıfı olduğunda mı verileceğidir. Yani burjuvazi yoksa direniş, ya da ezen-ezilen sınıflar arasında çatışma olmaz mı? Hani tarih sınıf mücadeleleri tarihiydi! Diğer bir konu ise sanat tarihi ile sınıf savaşının eşzamanlı mı yoksa eşgüdümlü mü gitmediği? Eşgüdümlü ile eşzamanlı aynı şeyleri mi ifade eder? Farz edelim, iki terimi de kendi anlamlarınca kullandık. Elbette ki sanat tarihi ve sınıf mücadelesi her zaman aynı gitmez fakat büyük oranda ikisi arasında bir paralellik mevcuttur. Buradaki bağlantıyı ise ezen-ezilen ilişkileri ekseninde değerlendirmek oldukça doğaldır. Çünkü sanat alanı hangi sınıf tarafından üretilirse üretilsin sonuçta bize üretildiği dönemin ekonomik ve sosyal verilerini sunar. Burada önemli bir nokta; bir bütünün içinde (kapitalizm, feodalizm vs…) öznenin durumu her zaman tahmin ettiğimiz verileri sunmaz bize, fakat özneyi genel bir yapı içinde değerlendirmedikçe elde edeceğimiz sonuç yanıltıcıdır. Yani bir sanat algısıyla yola çıkan sanatçı, yaşamdaki savunuları ve ifade etmek istedikleriyle zorunlu olarak bir politika üretmiş olur ki zaten püf noktası burasıdır. Eğer politika dediğimiz şeyin halk nezdinde algılanmasından bahsetmiyorsak.
4. Sanat terminolojisi konusuna gelince, sanatı sadece sanat terminolojisi içerisinde değerlendirmek elitist bir anlayışa götürür bizi. Zaten burjuva sanat anlayışı bunu yeterince yapmıyor mu? Asıl olan sanatı, sanatın dışındaki, bağlantılı olduğu alanlar üzerinden değerlendirmektir. Tabii ki sanat terminolojisini devre dışı bırakmadan ama diğer alanlarla birleştirerek sanatı oluşturan koşulları incelemek gerekiyor. Bir sanat ürününü, üreten sanatçıyı ya da üretme biçimini, üretildiği zamanı ve yeri değerlendirmeden bu süreci nasıl tanımlayabiliriz…
Sanatı sadece kendi için kendinden bir anlayışla ele aldığımızda bu tartışmanın kaynağını çürütmüş olmuyor muyuz? Yani biz bu tartışmaları zaten çoğu kesimin tartıştığı gibi tartışacaksak, sanatın ortaya çıkarttığı haz duyma durumunu da tartışamayacaksak ne için bu çaba. Ve sanat sadece haz duyma sonucunu veriyormuş gibi düşünmek bütün bu yazdıklarımızı da boşa çıkarmaz mı? Günümüzde zaten bireyselleşme kavramı ayyuka çıkmış ve “ne istersem yaparım” şiarına dönüşmüşken biz de aynısını yaparsak bizim yaptığımız çalışmaların bir önemi kalır mı? Zaten mevcut olan sanat söylemi bunun üzerine kurulu değil mi? Bugün sistemin ortaya çıkarttığı söylemlerden birisi zaten zevkler ve renkler tartışılmaz söylemi değil mi? Bu durumda bu sanatın hazdan başka incelenecek neyi var? Mademki özgün bir sanat anlayışı yaratma zorunluluğu var; bugün egemenlerin ortaya çıkarttığı literatürden başka bir literatürün yaratılması zorunludur.
Diğer önemli bir husus ise sanatın silah olması konusudur. Sanatın önemli bir silah olma söylemini gerçek anlamda bir silahın iktidara doğrultulup teslim olması ile bağdaştırılmasıdır asıl indirgemecilik. Elbette burada kastedilen mevcut kitleyi dönüştürebilecek sanat alanları yaratmak ve sanatı mücadelenin bir aracı haline getirebilmektir. Bir dostumdan aldığım anekdotu aktarayım; “Keza notaları doğrulttuğumuzda iktidar teslim olmaz belki ama illaki rahatsız olursa müziğin sesini kısmak isteyecektir.” Örneğin; İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından önce ilk faşizan halk hareketini tetikleyen bir müzik eseridir. Almanya’nın bir bölgesinde Alman ulusunu öven ve kafatasçı söylemlerle dolu bu müzik şaşırtıcı derecede halkı etkilemiş ve ayağa kaldırmıştır. Bunu tersten düşündüğünüzde erklere karşı ya da sistemin kendisine karşı çıkabilecek dinamikleri de içinde barındırmaz mı? Elbette buradaki “silah”lık hem iktidarı rahatsız edebilmesi hem de kitleleri harekete geçirecek etkilere sahip olmasıdır. Sanatın silahlığı buradan gelir.
Sanat ve sanatçıya ilişkin kafa kurcalayan noktalar
Sanatçı belirtildiği gibi sınıflı toplumun ortaya çıkarttığı bir nitelemedir ve problemlidir de. Önemli olan burada sanatçının toplumla kurduğu ilişkidir. Burada ise sanatçının özgürlüğü konusu gündeme gelmektedir. Sanatçı özgür olmalıdır ama bugün mevcut sistemin kullandığı şekliyle bir öz
gürlük olmasa gerek. Devrimci bir sanat algısıyla yola çıkan bir sanatçı dolaylı olarak diğer alanlarla ilişkilenmek zorundadır. Bu ilişkilenme neticesinde belki sanatçıya ne yapması gerektiği emri verilmeyecek ama mevcut koşulların hatırlatılarak yola çıkma noktası ve vardığı sonucu değerlendirecek bir mekanizmanın oluşması da gerek. Yoksa başta söylenen sanat için sanat algısının tam da buna karşı çıkanlar tarafından korunduğu ve yaşatıldığı görülecektir. Ayrıca o ki sanatçı sınıflı bir toplumun ortaya çıkarttığı niteleme, o zaman sanatçının mevcut toplumda ve bizler tarafından bu kadar ululaştırılmasının ve dokunulmazlık zırhına büründürmenin nedenlerini de tespit etmek gerekir.
Nitelikli sanat üretimi, ama nasıl?
Ülkemizdeki sol adına yapılan sanat üretiminde bahsedildiği gibi bir yozlaşma ve dejenerasyon söz konusudur. Nitelikli bir sanat ürünüyle karşılaşmak hayli zor… İlk etapta müzik alanında bu durumu gayet net olarak görmekteyiz. Geçmişin mirasını yeterince yiyip bitirdik ve hala onca zamanın ardından günümüz koşullarına uygun ve nitelikli eserlerle karşılaşmak çok zor.
Burada kritik nokta ise bu nitelikli sanat üretiminin nasıl yapılacağıdır. Bu yönteme ilişkin ortaya konulan değişik düşünceler var fakat günümüz koşullarında hangi düşüncenin nasıl hayata geçirileceği büyük bir problemdir. Yukarıda belirttiğimiz dejenere ve yozlaşmış sanat anlayışı genel olarak popülerlikle ve sanatı pazar alanı olarak gören, özellikle de içini boşaltan sistem mekanizmalarıyla ortaya çıkmaktadır. Diğer bir taraf ise popüler olmayan, öz ve biçim olarak oldukça seçkinci, dar bir alıcı kitlesine ulaşabilen bir sanat üretimidir. Bizim maksadımız kitleleri sanat aracılığıyla geliştirebilmek ya da çeşitli açılardan var olana karşı bilinçlenme yaratabilmek ise birinci aşamada popüler olanın (burada kitlelere ulaşabilmek amacıyla) kanallarını kullanmak, ikinci aşamada ise basite ve tüketiciliğe meyil vermeyecek bir anlayışla içini doldurmak olabilir mi? Ya da önümüze sunulana razı gelmeden üçüncü bir yolun arayışına mı girmeliyiz?