Sovyetler Birliği’nin dağılışının ardından ve tabii ki 12 Eylül’ün de etkisiyle, Türkiye solu, ideolojik anlamda, yerinde saymayı bırakın, çok büyük bir gerileme yaşadı. Avrupa’da, çok daha önceden başlayan ve bir anlamda Marksizm’in revizyonu sayılan, güya teorik çalışmalar, o dönemlerde de, ülkemizdeki kimi sol gruplar tarafından yakından takip ediliyordu ve fakat bu çalışmalar, o günlerin zor […]
Sovyetler Birliği’nin dağılışının ardından ve tabii ki 12 Eylül’ün de etkisiyle, Türkiye solu, ideolojik anlamda, yerinde saymayı bırakın, çok büyük bir gerileme yaşadı. Avrupa’da, çok daha önceden başlayan ve bir anlamda Marksizm’in revizyonu sayılan, güya teorik çalışmalar, o dönemlerde de, ülkemizdeki kimi sol gruplar tarafından yakından takip ediliyordu ve fakat bu çalışmalar, o günlerin zor koşullarında, fiili mücadele içindeki devrimcilerde, herhangi bir politik tahrifat ve tahribat yaratmıyordu. Bu, elbette demek değildir ki, o dönem hiç hata yapılmadı. Yapıldı fakat, bu sorun, ilerici biçimde tartışıldığı takdirde bir anlam kazanacaktır. Bu yüzden, sapmaları temsil edenlerin, o yıllara dair eleştirileri, bizce yok sayılmalı, mesele kendi içimizde halledilmelidir. Oysaki hiç de öyle olmadı ve yukarıda belirttiğimiz kırılma noktalarından sonra, bu iş bir “moda” haline geldi. Her sene yoğunluğu artarak devam eden eleştiri, tartışmalar; Sovyetler Birliği’nde olan her şeye, proletarya diktatörlüğüne, işçi tanımına, sınıf mücadelesinin şekli ve seyrine, ülkemizdeki mücadele geleneğine, anti-emperyalist ulusal savaşımıza ve en sonunda Marks ve Lenin’in kendisine geldi dayandı. Bunlara dair olumsuz şeyler söylememek, çağa ayak uyduramamak olarak nitelendi. Merkezinde işçi sınıfının ideolojik ve pratik önderliği bulunan devrimci mücadele değil; elbette ki solcuların kayıtsız kalamayacağı ama varlık sebepleri haline de getiremeyeceği kadın hakları, çevrecilik, etnik ve dini sorunlar üzerinden şekillenen siyasi programlar ilerici sayıldı. Fakat yine de bu anlayış, solun her kesimine nüfuz etmedi tabii ki.
İki binli yıllarda ise, özellikle de AKP’nin iktidar oluşunun ardından, yukarıda tarif ettiğimiz çizgi, sol içinde hâkim güç haline geldi. Bu hâkimlik durumunu, kitle anlamında değil, siyasal etki açısından söylüyorum. Zira, burjuvazinin bile, bazen günahlarını hafifletmek için, bazen de çıkarları gereği ilgi duyduğu konulardı bunlar; ve kendisine solcuyum diyenlerin, bu tip işlerle uğraşması, elbette ki işçi, emekçilerle bağ kurmasından daha yeğlenir bir olaydı, patronlar açısından. Tam da bu dönemin başında, 2001’de, uluslararası spekülatör, yani vurguncu George Soros’un, 1 Ocak 2009’da, adı “Açık Toplum Vakfı” olarak değiştirilen “Açık Toplum Enstitüsü”, ülkemizde faaliyete başladı. Gerçi, bu enstitünün işlevini benimseyen başka kurum, dernek, yapılar vardı zaten (Mustafa Yıldırım’ın Sivil Örümceğin Ağında kitabı, bu konuda önemli bir kaynaktır); ancak, Soros’un ülkemize fiilen girmesi, her açıdan, çok çok önemli bir olaydır. “Açık toplumun bir savunucusu olarak, yalnız başına kapitalizme karşı olmadığımı açıklığa kavuşturmak istiyorum. Açık toplum ve piyasa ekonomisi kavramları yakından ilişkilidir ve küresel kapitalizm bizi küresel açık topluma yaklaştırmıştır.” diyen ve bu iki cümleyle bile, kim olduğunu anlayabildiğimiz George Soros’un enstitüsünde, danışman olarak kimler vardı peki? Daha doğrusu kimler yoktu ki? Konumuz açısından bizi ilgilendirenler; Murat Belge, Osman Kavala, Ömer Madra, Nadire Mater, Ahmet İnsel, Ayşe Soysal… Hepsini yakinen tanıyoruz değil mi bu kişilerin? Hani şu, bugün kalkıp da bize solculuk öğretenler! Evet, Soros’un kurumlarına danışmanlık yapıp bol bol para kazanan bu şahıslar, sola ettikleri ihaneti falan bir yana bırakalım, sadece, kazandıkları o paraların, dünyanın dört bir yanındaki yoksulların birbirleriyle boğazlaştırılarak elde edildiğini hatırlayıp, utanmalıdırlar!
Bu isim ve andığımız vakıf, bilinmelidir ki, devede kulak. Daha evvel, başka yazılarda çok kez anlattığımız üzere, ülkemizde onlarca yabancı veya onlara taşeronluk eden yerli vakıf, dernek ve onlarla beraber iş tutan, sözüm ona bir yandan solculuk yapan bir yandan da ceplerini dolduran yüzlerce, belki binlerce kişi var. Ve fakat, ne yazık ki, sosyalist parti ve örgütlerin pek çoğu, bu konulara hiç ama hiç ilgi duymuyor; onu da geçtik, çoğu, bu şahısların fikirlerine, farkında olmadan, arka bile çıkıyorlar. Bunu söylememizin sebebi şu: AKP’nin dinci-liberal paradigma ile TC’yi dönüştürme operasyonunda, geri planda devlet kurumlarının kendi içinde bir mücadeleye girdiği, işin görünen kısmında ise, tarihi ve geleneksel kliklerin (Doğucu-Batıcı) açıktan çarpıştığı bu son sekiz yılda; en başta bahsettiğimiz, solun ideolojik gerilemesi de had safhaya ulaştı ve bu anlattığımız şeyleri dahi göremeyecek konuma geldi. Ve solcular, belirttiğimiz sürece paralel gelişen bir diğer yanılgı olan ulusalcılığa karşı takındıkları keskin tutumu, bu Sorosçu liberallerden esirgediler. Oysaki, ulusalcılık bir ideolojik sapma iken, liberallik sadece bununla tarif edilemeyecek, ülkeyi dönüştüren ve eskisinden çok daha geri noktaya sürükleyen dinci-piyasacı AKP’ye yedeklenerek yapılan bir nevi yağmacılıktır ki, buna karşı her alanda mücadele, ulusalcılarla uğraşmak için harcanan zamanın, bin katını hak etmektedir.
Bunları söyledikten sonra, yazının yazılma sebebi olan konuya, “yetmez ama evet” olayına gelebiliriz. “Yetmez ama evet”, bilindiği, üzere, referanduma dair dört görüşten bir tanesi ve bizce, “boykot”la beraber, en anlamsız olanı. Bu görüştekilerin kimler olduklarına gelince, evvela yukarıda andıklarımızın birçoğunun da yuvalandığı Radikal İki, Birikim, Taraf gibi yayınlarda sıkça veya her daim gördüğümüz kişileri sayabiliyoruz. Kurumsal olarak ise, partisi ÖDP’nin üyelerini, Ergenekonculukla suçlayan ve sonrasında istifa eden Ufuk Uras’ın liderliğindeki Özgürlükçü Sol Hareket’in de içinde bulunduğu ve SHP’lilerin partilerini feshederek katıldığı Eşitlik ve Demokrasi Partisi’ni (EDP); ve de Devrimci Sosyalist İşçi Partisi’ni (DSİP) bu cephede görüyoruz. Burada, daha çok, referanduma “hayır” oyu verenleri 12 Eylülcülük ile suçlayan Ufuk Uras’a, EDP’ye katılmadan evvel SHP’nin genel başkanı olan ve Mahir Çayan’a MİTçi diyen Hüseyin Ergün’e, Sorosçu Ahmet İnsel ve türevlerine değil de, son günlerin “flaş” partisine, DSİP’e değinmekte yarar görüyorum.
Kurtuluş örgütünün içinde çıkan ve sonrasında kendilerini Troçkist olarak addedenlerce, 1997’de kurulan bu parti; üyelerince, “aşağıdan sosyalizm”, “reform değil, devrim”, “enternasyonalizm”, “devrimci parti” gibi ilkelerle anılıyor ve fakat tam da yukarıda belirttiğimiz gibi, sadece çevre, kadın, savaş karşıtlığı, azınlıklar vb. konularda faaliyet yürütüyor. Bugüne dek herhangi bir işçi eyleminde öncü olduklarını duymadık, görmedik. Her yıl, birkaç şehirde “Marksizm Festivali” düzenliyorlar. Bu etkinlikte konuşanların pek çoğu Sorosçu; bununla beraber, Marksizm ile ne ilgileri olduğunu hiç anlayamadığımız “Genç Sivil” Yıldıray Oğur ve Harun Tekin, Hayko ve Mehmet Ali Alabora gibi popüler kişiler de geçmişte bu “festival”e katılımcı olmuşlar. Bu toplantılara dair, en son şu açıklama yapılmış: “1992 yılından beri yapılan, her sene 3-4 gün süren ve 15-20 konudan oluşan Marksizm toplantıları savaşa, kapitalizme, ırkçılığa, küresel ısınmaya, nükleere, cinsiyetçiliğe, homofobiye, milliyetçiliğe karşı mücadele edenlere bir tartışma platformu sunmaya çalışıyor.” Görüldüğü gibi, Marksistlerin bugün en çok tartışması gereken piyasa, dincilik, AB ve ABD emperyalizmi, AKP’nin ülkemizi dönüştürme süreci, Yeni-Osmanlıcılık; bunların ilgi alanları dâhiline, hiç mi hiç, girmiyor. Peki, bu başlıkları görmezden gelen ve Marksistlere sövsün diye kendisine para verilen Yıldıray Oğur gibilerle yan yana olmaktan gocunmayan bu kişiler,
“Yüksek öğretim ve genel eğitim, gençlik, hukuk düzeni, hukuki ve yasal uygulamalar, hapishaneler, sanat ve kültür kurumları, kütüphaneler, yayım ve internet, medya, zihinsel özürlüler gibi kolay incinebilen nüfus, azınlıklar, çingeneler için özel önem, kamu sağlığı, alkol ve ilaç bağımlılığı vs.” konularında çalışma yürüten Sorosçularla, politik olarak aynı çizgide yer almıyorlar mı?
Gelelim, “yeni sol” parti çalışmalarında aktif olarak yer alan ve fakat sonrasında, EDP’yi yetersiz bularak bu partiye katılmayan DSİP’in, sitesinde gördüğümüz bağlantılarına. Küresel BAK, Darbeye Karşı 70 Milyon Adım, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe!, Hrant’ın Arkadaşları, Sesonline vs. Bunlardan birkaçını, “turuncu” bağlarla bağlı oldukları yapılarla beraber ele alalım.
DurDe!, Sosyal Değişim Derneği ile beraber proje yürütür ve bu projelere, Açık Toplum Vakfı ve Hollanda İstanbul Konsolosluğu fon sunar. DSİP’li Erkin Erdoğan, Sosyal Değişim Derneği’nin saymanıdır. Başkanı Cengiz Alğan da yine bir DSİP’lidir ve DurDe! “aktivist”idir.
Küresel Eylem Grubu ve Küresel BAK, ülkemizde, 1994’ten beri faaliyet yürüten ve Almanların buradaki göz ve kulaklığını yapan Heinrich Böll Stiftung Derneği ile proje ortağıdır. Az evvel andığımız Erkin Erdoğan, bu derneğin proje koordinatörüdür.
Ve de eklemeliyiz, DSİP, pek misafirperverdir. TEKEL direnişi sürerken, işçileri tembellikle suçlayan ve özelleştirmeyi savunan, bunu da biri köpek toplam 12 kişi ile düzenledikleri basın açıklaması ile duyuran 3H Hareketi, geçtiğimiz ocak ayında, DurDe! ile birlikte Hrant’a dair bir etkinlik düzenlemiş, bu etkinliğin mekanı da DSİP’in Ankara’daki binası olmuştur. Ekleyelim, 3H’nin arkasında, yine Almanya kökenli, Friedrich Naumann Vakfı vardır.
Bu partinin başkanı Doğan Tarkan, referanduma dair, 8 Ağustos 2010 tarihli Radikal İki‘de şöyle demiş: “13 Eylül günü eğer ‘hayır’ oyları çoğunluğu sağlarsa bu toplum 12 Eylül darbesini onaylamış olacaktır. ‘Hayır’ için çalışmış, ‘evet’in kazanması için kolunu kıpırdatmamış herkes bu sonuçtan sorumlu olacaktır. 12 Eylül’ü savunmuş olmanın utancını yaşayacaktır. Darbeciler kazanmış olacaktır. Askeri vesayet kazanmış olacaktır. Balyoz davasında tutuklanmaları istenen 102 subay kazanmış olacaktır. Savaş yanlıları kazanmış olacaktır. İşçiler, emekçiler, Kürtler, 12 Eylül’ün kendisinden ve sonuçlarından etkilenenler kaybetmiş olacaktır. Darbelere karşı mücadele edenler, özgürlük isteyenler kaybetmiş olacaktır.” Öyle ya da böyle, solcu olduğunu iddia eden bir kişi, “evet” diyecekse bile, bunu mantıklı bir şekilde izah etme gayreti gösterir, AKP’nin yandaş gazetelerinde yazan, günah diye kadınlarla bile tokalaşmayan kişilerle, aynı şeyleri söylemekten imtina eder, değil mi? Ama yok. Bu nasıl bir mantık? AKP’nin anayasasını istememek, nasıl oluyor da 12 Eylül’ü savunmak anlamına geliyor? Her ikisini de kabul etmemek, mümkün değil mi yani? “Hayır” oyu fazla çıkarsa, 102 subay neyi, nasıl kazanıyor? Bu subaylar, anayasanın bu haliyle de suçlu sayılmıyor mu AKP’lilerce? Çalışma yaşamına, örgütlenmeye, ulusal haklara ne gibi faydaları var ki bu anayasa değişikliğinin; “evet” fazla çıkarsa, işçiler, emekçiler, Kürtler kazanıyor?.. Aslında, AKP ve “evet”çileri, bizi bu kadar tutarsız, bu kadar mesnetsiz şeylerle uğraştırdıkları için bile, koca bir “hayır”ı hak ediyorlar!
Bu partinin önde gelen ve de popüler üyelerinden, Türkiyeli sosyalistlere her gün küfredilen Taraf‘ta yazmaya hiç utanmayan Roni Margulies de; AKP yandaşlıklarını, yakın tarihteki bir yazısında, şöyle meşrulaştırmaya çalışıyordu: “Teoriyi bir yana bırakalım. Bugünün somut Türkiye’sinde Müslümanlar devletle itişiyor mu, itişmiyor mu? ‘Samimi değiller’, ‘takiye yapıyorlar’ gibi saçmalıklardan vazgeçersek, itişiyorlar mı, itişmiyorlar mı? İtişiyorlar. ‘Sol’ ne yapıyor? Mevcut devleti savunuyor! Ben her koşulda devletle itişenlerden yanayım. Komünist olduğum için.” Teoriyi bir yana bırakınca, insan böyle saçmalıyor işte. O yüzden biz onu bir yana bırakmayalım, devletin, üretim biçim ve ilişkilerini yönlendiren sınıfın politik aygıtı olduğunu, günümüzde de, İslamcıların burjuva devletle değil, onu ele geçirmekle meşgul olduğunu belirtelim. Ama Margulies, komünist olduğu için, bu olayı destekliyormuş; beğenmeyip tırnak içine aldığı sol da, devleti savunuyormuş! Görüldüğü gibi, ülkemizde ne yazık, evet gerçekten, her şey olunuyor; ancak rezil olunmuyormuş, yazar sayesinde, bunu bir kez daha anladık.
Nazlı Ilıcak gibi darbe sever kadınlarla ve de Abdurrahman Dilipak gibi şeriatçı adamlarla, İstiklal Caddesi’nde “darbe karşıtı” eylem yapacak kadar “komik”leşmiş bu partiye dair, daha fazla söze gerek yok. Zaten, bunların “evet”inin ne bizim ne de AKP için bir önemi var. Ama işte midemiz hassas, sineğin her türü, bizi irite ediyor.
Son olarak, yukarıda bir kısmına değindiğimiz, Soros’un vakıflarında, yabancı derneklerde görev alan; ceplerindeki fonların sıcaklığı ve güveni ile, Türkiye solu adına laf eden, hüküm bildiren ve üstelik AKP’yi desteklemeyi de bugün solculuğun baş koşulu olarak gösteren tüm bu “turuncu solcu”lar, artık hadlerini fazlası ile aştılar. Anayasa referandumundaki oylarını, sol teoriyi tahriflerini, devrimcilere ettikleri hakaretleri falan bir yana bırakıyorum; sadece, bu aşağılık fonculuklar yüzünden bile, bu kişi ve partilerin, solla tüm ilişkisi kesilmelidir. Bu, gerçek sosyalistlerin acil görevidir. Bu çevrelere, fiili olarak siyaset yasağı mı konur, yoksa, ne kadar pespayeleştikleri, tüm sol yayınlarca afişe mi edilir, bilemem. Ama bir an evvel, bir referandum da bizim yapmamız; kimin devrimci, sosyalist olup kimin olmadığını belirlememiz, sonra da gerekeni yapmamız lazım geliyor.
alpererdik@mynet.com