İngiltere medyasında sağdan sola yazarlar, Muhafazakâr-Liberal parti koalisyonunu, yakın tarihin en önemli olayı, 1979’dan bile çarpıcı bir dönüşümün başlangıcı, adeta devrim gibi ifadelerle sunuyorlar. Derin bir ekonomik krizin içinde, kimsenin kazanamadığı bir genel seçimden sonra, mecburen oluşan bir koalisyon üzerine bu kadar büyük laflar ediliyor, hele “ilerici muhafazakârlık” gibi “oxymoron” kavramlar üretiliyorsa, durup biraz düşünmek […]
İngiltere medyasında sağdan sola yazarlar, Muhafazakâr-Liberal parti koalisyonunu, yakın tarihin en önemli olayı, 1979’dan bile çarpıcı bir dönüşümün başlangıcı, adeta devrim gibi ifadelerle sunuyorlar. Derin bir ekonomik krizin içinde, kimsenin kazanamadığı bir genel seçimden sonra, mecburen oluşan bir koalisyon üzerine bu kadar büyük laflar ediliyor, hele “ilerici muhafazakârlık” gibi “oxymoron” kavramlar üretiliyorsa, durup biraz düşünmek gerekiyor.
Mecburen koalisyon
İngiltere’de 6 Mayıs’ta gerçekleşen seçimlerde, Muhafazakâr Parti, on üç yıllık, iyice yorulmuş, bir mali krizle boğuşan İşçi Partisi karşısında tek başına iktidar olacak çoğunluğu elde edemedi. Seçimlerde büyük fark yaratması beklenen Liberal Parti, seçimlerden beş iskemle kaybederek çıktı.
İngiltere’de seçimleri kaybeden lider istifa eder. İşçi Partisi lideri Gordon Brown bu geleneğe uyarak istifa etti. Muhafazakâr Parti lideri Cameron, parti içinde, “elinden kaçırdı“, “berbat etti” gibi homurdanmalar yükselmeye başlarken eğer Liberallerle koalisyon kurmayı başaramasaydı, istifa etmek zorunda kalacaktı. Liberallerin lideri Cregg de eğer yeterince taviz vermez, bir hükümetin dışında kalırsa, örneğin Muhafazakârlar azınlık hükümeti kurmayı tercih ederlerse, istifa etmesi gerekecekti. İşçi Partisi’nin ise lider değiştirmek durumunda olduğu bir dönemde, mali krizin ortasında, tam da tatsız kararlar alınması gerekirken muhalefete geçerek, kendini güvenliğe almayı, toparlanmaya çalışmayı seçmesi de akılcı bir tutum olacaktı. Bu yüzden partinin liderlik ekibi, Cregg’in ifade ettiği gibi, garip bir biçimde soğuk ve isteksiz davranarak, olası bir koalisyonun önünü tıkadılar.
Öyleyse, genelde şüpheci, sinik tavrı benimsemeyi bir erdem kabul eden bir medyada, bu zorunlu koalisyon için bu kadar abartılı sıfatlar kullanma gereği nereden kaynaklanıyor?
‘Yeni dönem’ filan
Doğru, bu İngiltere’nin 65 yıldır ilk koalisyon hükümeti. Cameron (43) son 200 yılın en genç başbakanı. Ama esas vurgulanan “işbirliğine dayalı siyaset ruhu dönemi başlıyor” gibi bir şeyler… Bir The Guardian, başyazısı, bu iki genç adamın ilk basın toplantısının ardından, adeta nemli gözlerle “çok umut verici” bulduğunu söylüyordu. İngiltere, neredeyse, Thatcher‘i iktidara getiren 1979 seçimleri gibi, tarihi bir dönemin başındaydı.
Tüm medyanın (bir iki aykırı sesin dışında) ağızbirliği etmesi, koalisyonu İngiliz halkına en uygun biçimde sunması gerekiyor. “Çünkü dünyanın en dar kadrolu ve homojen seçkinlerinin yönettiği” İngiltere’de egemen sınıf seçmenin yüzde 35’inin iki ana partinin dışındaki partilere oy vermiş olmasının ne anlama geldiğini kavramış: Seçmen adeta kabağın eninde sonunda başına patlayacağını düşünerek, her şeye rağmen İşçi Partisi’ni kitlesel olarak terk etmemişti.
Bu seçkinlerin ise, halk açısından son derecede tatsız ekonomik tedbirlerin alınacağı bir hükümete gereksinimleri olduğu kesindi. Ama, İngiltere Merkez Bankası Başkanı King‘in deyimiyle “Bu dönemde hükümet olacak parti, öyle tatsız tedbirler alacaktı ki bir daha kuşaklar boyunca yeniden hükümete dönemeyebilirdi“. Böyle bir seçmen tepkisinin ise nereye açılacağı bilinemezdi.
En iyisi, bu tedbirleri, tek bir parti değil de bir koalisyon almalıydı. Bir parti de kendini yenilemeye, adeta nadasa bırakılacaktı… Eğer Cameron’ın hırsı, İşçi Partisi’nin de liderlik sorunu olmasaydı bu parti Muhafazakâr Parti olabilirdi… Hükümet Muhafazakâr-Liberal koalisyonun elinde kaldı. Şimdi kurulan hükümeti cilası çizilene kadar parlatmaktan başka çare yok.
“Yeni dönem“, “yeni siyaset“, “adeta devrim“… Hepsi boş laf. Olacaklar son derecede açık ve klasik. Bu yüzden cilanın çizilmesi kesin, hatta kısa zamanda tümden soyulması, koalisyonun iç çekişmeler altında çökmesi bile yüksek bir olasılık.
Yük yine halkın üzerine yıkılacak…
İngiltere genel seçimlere giderken 2010-11 yılı için yapılan bütçe açığı öngörüleri GSMH’nin yüzde 11.3’üne ulaşıyordu; İngiltere’nin açığı, Yunanistan’ın geçen yıl yüzde 6.8 olarak geçekleşen açığının çok üzerinde. İş çevrelerine, Merkez Bankası’na, uluslararası mali sermayenin derecelendirme kuruluşlarına göre bu açığın hızla kapatılması gerekiyor.
Bankacı ailelerin, en ünlü özel okullarda okumuş çocukları, Cameron ve Cregg’in kurduğu koalisyonun, bu bütçe açığını nasıl azaltmayı planladığına bakınca da durum tüm açıklığıyla ortaya çıkıyor. Bu hükümet, açığı, üst sınıfları, serveti vergilemek yerine, kamu hizmetlerinde, bütçenin korumaya alınmamış kesimi üzerinde yapılacak kesintilerle kapatmayı planlıyor. İngiltere’nin 164 milyar sterlinlik açığını kapatmak için gerekecek kesintiler ise, 2010-14 arasında GSMH’nin yıllık yüzde 2.5’ini geçiyor ve toplumsal hizmetlerin bütçesinin yüzde 22’sine ulaşıyor: Sağlık, eğitim, ulaşım, konut, belediye hizmetleri gibi alanlarda tam anlamıyla bir kıyım yaşanacak, hem de resmi işsizliğin 2.5 milyonun üstünde seyrettiği bir dönemde. Bu kesintilerin, mali sermayeye aktarılan kaynaklarla büyüyen bütçe açığını kapatırken resesyonu depresyona çevirme olasılığı da oldukça yüksek.
‘Her işte bir hayır’ olabilir mi?
Cameron, Cregg ikilisi, gelecek seçimlere, hem bu kesintileri yapmış, hem de bunların etkisini atlatmış olarak girmeyi planlıyorlar. Ama birçok siyasi gözlemci, İşçi Partisi’nin, deneyimli politikacıları, hem bu koalisyonun fazla yürümeyeceğini, hem de bu arada İşçi Partisi’nin, seçmende oluşacak kızgınlıktan yararlanarak, Thatcher’i yeniden anımsatarak, kendini yenilemiş ve güçlenmiş olarak hükümete dönebileceğini düşünüyorlar.
Aslında, birinci olasılığın gerçekleşmesi için çok fazla neden var. Seçmenin kızgınlığının yanı sıra, Muhafazakâr Parti’nin aşırı sağının verilen tavizlerden çok rahatsız olduğu anlaşılıyor. Liberallerin soluysa, sosyal demokrat bir hükümet umarken, muhafazakârların kucağına düşmüş olmaktan çok huzursuz.
İşçi Partisi’nin beklentilerine gelince, en azından iki koşulun yerine gelmesi gerekiyor. Birincisi Blair’i iktidar yapan ekonomik, siyasi koşullar artık yok. O zamandan bu yana parti, nasıl olsa başka gidecek yeri yok diye düşündüğü kesimlerden beş milyon oy kaybetti. Şimdi bu gelenekten tümüyle kopmuş bir liderlik ve imaj gerekiyor. İkincisi, Blairizmin gurusu Anthony Giddens‘in The Christian Sceince Monitor‘daki kapsamlı değerlendirmesinde vurguladığı gibi, şimdi, işçi sınıfının bilişim çağının sanayilerinde çalışan kesiminin taleplerine ağırlık vermek, finansal sektörün gücünü kıracak bir siyasi hamle yapmak; özellikle “çevre koşullarını korumaya ve iyileştirmeye“, enerji güvenliğini arttırmaya yönelik sanayilerin canlandırılmasına vurgu yapmak gerekiyor.