İster, ceza muhakemesinde iddia ve savunma arasında hep yaşanan o doğal çatışmadan kaynaklanıyor diyelim; isterseniz, kendilerinden asıl olarak temel hak ve özgürlükleri koruyup gözetmeleri beklenen bu ülkenin savcılarının, aksine hep cezalandırıcı ve yasaklayıcı tutumlarına fazlasıyla tanık ve sinir olmadan diyelim. İçinde bulunduğumuz şu günlerde kimi savcıların başına gelenlere, hiç bu denli bir ilgi ve alaka […]
İster, ceza muhakemesinde iddia ve savunma arasında hep yaşanan o doğal çatışmadan kaynaklanıyor diyelim; isterseniz, kendilerinden asıl olarak temel hak ve özgürlükleri koruyup gözetmeleri beklenen bu ülkenin savcılarının, aksine hep cezalandırıcı ve yasaklayıcı tutumlarına fazlasıyla tanık ve sinir olmadan diyelim. İçinde bulunduğumuz şu günlerde kimi savcıların başına gelenlere, hiç bu denli bir ilgi ve alaka göstereceğimi, hatta bundan kendi adıma kaygı ve üzüntü duyacağımı ummazdım doğrusu. Hemen belirtmek isterim ki, hukuk fakültesi yıllarında o destansı mesleki yaşamını ve saygın kişiliğini öğrenme olanağı bulduğum, 1978 yılında faşist bir saldırıda yaşamını yitiren Ankara Cumhuriyet Savcılarından Doğan Öz’ü, bu açıdan kendimce tamamen ayrı ve özel bir yerde tutuyorum.
Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in ev ve adliye baskınları sonrası gözaltına alınıp tutuklanması; ardından da onu soruşturan Erzurum “özel yetkili” savcılarının Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) tarafından “yetkisiz” kılınmaları, yargı zemininde tırmanan gerilim ve çatışmaları son güncel örnekleri. Salt bir hukukçu kimliğinin ötesinde bu memlekette yaşayan herhangi biri olarak, sahip bulunduğumuz hak ve özgürlükler açısından kimi zaman bir güvence, ancak kimi zaman da (ve sanırım daha çok) bir tehdit olarak, ama öyle ya da böyle hep dikkate almak zorunda olduğumuz “yargı erki”nin, şimdilerde içine düştüğü (ya da düşürüldüğü) durum herkes gibi benim için de kolayca görmezden gelinebilecek bir süreç değil. Üstelik, adli soruşturmalara dair temel ilkelerden olan “gizlilik ilkesi”nin yerini, siyasal hesaplaşmalara araç kılınan ağır bir dezenformasyona bıraktığı tanık olduğumuz süreçlerde, olup bitenleri akıl ve vicdan süzgecinden geçirirken en azından sağlam dayanaklar bulmak hepimizin ihtiyacı.
Bu nedenle, “bu konuda şöyle düşünmeli” demek için değil ama, en azından “düşünürken şunları da bilip, dikkate almalı” demek için, aşağıda sıraladığım olguları sizlerle de paylaşmak isterim. Tabii, sürecin bütün aktörlerinin, dizginlerinden boşalmış büyük bir öfke ve hezeyan ile an ve an yeni hamleler yaptığı şu günlerde, bu sürece dair her yazının bir iki dakika içinde eskiyivereceğini de bilerek.
Adliye koridorlarında dolaşan bir hayalet
Dikkat ederseniz, yalnız yukarıda değindiğim güncel gerilim ve çatışmanın değil, öteden beri yaşanan bütün benzer süreçlerin tam da göbeğinde yer alan yegane “yargısal” kurum; “özel yetkili” mahkemeler ve (buna bağlı) savcılık teşkilatlarıdır. Peki nedir bunlar? Asıl olarak 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 250 nci maddesinde düzenlenen bu kurumlar, toplumsal muhalefetin yakından bilip tanıdığı “Devlet Güvenlik Mahkemeleri”nin (DGM’lerin) halefi ve hayaletidirler. DGM’ler, “doğal yargıç/mahkeme” düzeneklerini ortadan kaldıran “özel” ve “olağandışı” bir yargı aygıtıdır. Tarihteki birçok benzerleri yanında asıl olarak Fransız yargısından, daha doğru bir ifade dönemin “Fransız faşist egemenlerinden” 80 öncesinde kopya çekilip, ülkemize uyarlanmışlardır. Ancak asıl olarak 80 sonrası, tıpkı “özel harp”, “özel kuvvetler” veya “özel tim” gibi; 12 Eylül faşizminin ve Kürt sorununun ortaya çıkardığı politik-toplumsal süreçlere müdahalenin gereklerine varlık kazanmış bir “özel yargı aygıtı”dır. DGM’lerin hedefinde öncelikle, halkın düzeni tehdit eden “yıkıcı politik” dinamizmi vardır. Bugün yargıdaki güncel çatışmada saflaşan “belirgin iki taraf” da; halkın ilerici, demokratik, özgürleştirici dinamiklerinin baskıcı yöntemlerle ezildiği o günlerde kayıtsız şartsız DGM’lerin yanında yer almıştır.
Devrimcilerin, solun, aydınların, emek hareketinin ve halkın bütün ilerici kesimlerinin ağır bedeller ödeyerek yürüttükleri mücadeleler sonucunda, hukuk ve adalet yoksunu kararları ve uygulamaları ile toplumsal meşruluğunu giderek yitiren DGM’ler nihayet kaldırıldı. Bu süreçte AB kriterlerinin daha fazla belirleyici olduğunu düşünenler için hemen söyleyelim; herhangi bir sorun, düzeni tıkayan yakıcı bir sorun haline dönüşmeden, ne yazık ki hakkında kriter yazılmıyor. Dolayısıyla, sorunu gündemde sürekli canlı tutan devrimci güçler ile neo-liberal iktidar odaklarının buna müdahale kriterleri, bütünüyle karşıt kamplarda yer almaktadır. DGM’ler, önce askeri elbiselerini çıkardı, ardından da en fazlası kapısına asılı tabelasını değiştirip, işte bugün için anılan süreçlerde adı sıkça kulağımıza çalınan o “özel yetkili” mahkemelere (ve bağlı “özel yetkili” savcılık teşkilatlarına) dönüşüverdi.
DGM’ler, toplumsal muhalefetin yükseldiği 70’li yıllarda, olağanüstü birer “yargı” organı olarak, özde toplum yaşamına siyasi bir müdahale aracı olarak projelendirilmişti. Bu nedenle, bugün onun halefi ve hayaleti olan “özel yetkili” mahkemelerin ve savcılık teşkilatlarının bu denli gündemde olmasında, kimi siyasi çatışma ve gerilimlerin bu denli merkezinde yer almasında, aslında hiç de şaşılacak bir durum yok. Sadece koşullar değişti ve neo-liberal düzenin kendi çıkarlarına göre biçimlendirdiği “yeni” yargı sisteminde, yine DGM’lere benzer bir “özel misyon” üstlenen “özel mahkemeler” hizmete alınmış oldu.
Yazıya konu yaptığımız çatışma ve gerilimlerin belli başlı bütün tarafları; özellikle “yargı bağımsızlığı”, “demokrasi”, “adalet” gibi kavramları kullanma yarışında olanlar, nedense bu yalın gerçeğin üzerinden sürekli atlıyorlar. Oysa “özel yetkili” bu kurumlar, dün olduğu gibi bugün için de, tam da kendilerinden bekleneni yapmaktadırlar. Ancak bazen silah geri tepmekte ya da onu tutan diğer elin doğrulttuğu hedefe gerçekte “dost ateşi” misali kurşun sıkmaktadır, hepsi bu. Yani aslında mevcut taraflar açısından asıl can yakıcı olan, özde halka karşı donatılmış bir baskı aygıtının, şimdi egemenler arası bu çatışmada bir iktidar aracı olarak kullanılıyor olmasıdır.
Elbet yargı da değişiyor ve elbet yargıyı da değiştiriyorlar
Sürecin en popüler söylemi, “yargıya müdahale edilmesi”, “yargının siyasallaşması” veya birileri (bazı kesimler) tarafından “yargının bir araç olarak kullanıldığı” yolundaki ifade ve tespitlerdir. İlginç bir biçimde, mevcut çatışma ve gerilimin belirgin her iki tarafı da, bir diğerini bu şekilde itham etmektedir. Çamur içinde debelenen iki güreşçinin “Acaba hangimiz daha kirli?” atışmasına benzer bu ironik durum, gelinen noktada bir komedi boyutlarına ulaşmıştır. Örneğin yaşanan son süreçte, Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in başına gelenlerin, kimi siyasi İslamcı yapılar hakkında yürüttüğü adli soruşturmadan kaynaklandığı, yani bir anlamda bu savcının kulağının çekilip, elinin kolunun bağlandığı gayet açıktır. Başta Fethullah Gülen Cemaati olmak üzere, bugün için ülke siyasi iktidarının makam, mevki ve yetkilerine fazlasıyla sahip olan kimi kesimler; kontrolleri dışında bir erkin bulunmasına, üstelik kendi iktidarını ve varlığını tehdit etmesine göz yummamaktadır. Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in kimi siyasi İslamcı yapılar hakkında yürüttüğü soruşturmayı, “Ergenekon örgütünün darbe planlarının bir parçası”, bir darbeye zemin hazırlama (veya en azından AKP iktidarını yıpratma) amaçlı “suç ve suçlu uydurma” çabası olarak peşinen mahkum edenler; tuhaftır ki bizzat bu soruşturmayı, “silahlı örgüt” ve “Anayasal düzeni tehdit” yolundaki adli şüphelerle bu savcıdan almıştır. Eğer Erzincan Başsavcısı, iddia edildiği gibi masum b
ir dini topluluğu, sözde bir “silahlı örgüt” ve “Anayasal düzeni tehdit eden yasadışı bir yapı” olarak göstermeye çabaladıysa; şimdi o savcıyı bununla itham eden “özel yetkili” Erzurum savcılığı, neden bu soruşturmayı aynı gerekçelerle ondan kaçırmıştır?
Manzara, öncelikle modern burjuva devlet anlayışının o pek beğenilen ve övülen temel ilke ve kurumları açısından vahim boyutlardadır. Yargı erkini oluşturan hakim ve savcılar, sanki sahaya sürülmüş iki rakip takımın oyuncuları gibi, maçı kazanma ve asıl olarak kulüp başkanlarına kazandırma çabasındadırlar. Tabii çetin geçen bu maçta, sıkça faul yapılabilmekte, sakatlananlar veya kırmızı kartla oyun dışı kalanlar da olmaktadır.
Neo-liberal dönüşüm programının en temel parçalarından biri, bizzat devletin dönüşümüdür. Onun temel bileşenlerinden biri olarak da yargıda seyreden çatışmaların, aslında bu denli şiddetli olmasında ve uzun bir sürece yayılmasında anlaşılmaz bir şey yok. Temelinde, egemen sınıflarının iktidar çatışmalarının, emperyalizmin bölge projelerinin ve yeni düzenin öncelikli programlarının yer aldığı bu süreçte, işlerin olağan/rutin araçlarla yürütülemediği zamanlarda, doğal olarak yargıdaki çatışmalar da alevlenmektedir. Kendi temelinde yer alan burjuva hukukunun ilke ve değerlerini bile çiğneyerek tutarsızlığa düşen taraflar, baskıcı ve anti-demokratik yöntemlerin en “kirli biçimlerini” operasyonlar halinde birbirlerine karşı kullanmaktan kaçınmıyorlar. Bu yöntemleri, sisteme dışardan getirilerek hukuksal değer ve ilkeleri ortadan kaldıran ‘istisnai/olağanüstü’ yöntemler gibi görmek doğru olmaz. Bir yeni sömürge kapitalizmi olarak Türkiye kapitalizminin ve devletinin yukardan aşağı oluşum süreçlerinde bu yöntemler her zaman için kurucu rol oynamıştır. Buna bağlı olarak, aynı zamanda yargı sisteminin de temel niteliğini oluşturan baskıcı yöntemler, döneme göre değişik biçimler alsa da kurumsal ve sistemsel sürekliliğini hep sürdüre gelmiştir.
İkiyüzlülük ve samimiyetsizlik diz boyu
Bir önceki bölümde değindiğim söylemde (siyasi taraflar açısından) somutlaşan samimiyetsizlik ve ikiyüzlülük, sürecin diğer bir asli aktörü olan HSYK’ya dair tartışmalarda da açıkça görülmektedir. AKP iktidarına ve onun liberal yandaşlarına göre HSYK, yargı içinde bir “darbe kurumu” gibi işlemekte, yargının bağımsız ve yansız olmasına en ağır ve haksız müdahalelerde bulunmaktadır. Oysa, az çok hukuk ve tarih bilgisine sahip olan herkes, aynı zamanda kendisi de bir darbe ürünü ve kurumu olan HSYK’nın yapısındaki temel kusurun, “yürütme erki”ni temsil eden Adalet Bakanı ve müsteşarının bu kurulda sahip olduğu sandalyelerden kaynaklandığını bilmektedir. AKP iktidarının, bu kurulu bir reforma tabi tutarak, gerçek anlamda özerk kılma yolundaki önerisi ise, bugün için kendine ait olan bu sandalyeleri tartışmak yerine, kurulun yargıç ve savcı kökenli üyelerinin doğrudan TBMM tarafından seçilmesi usulüne dayanmaktadır.
Peki, AKP’nin ezici çoğunluğa sahip olduğu TBMM, sizce kimi seçecektir? Bu yoldaki kaygılara verilen yanıt, TBMM üyelerini (milletvekillerini) halkın seçtiği ve TBMM’nin “milli egemenliğin” (halk iktidarının) tesis edildiği yegane organ olduğu yolundadır. Peki o halde neden TBMM, sermayenin çıkarlarına hizmet eden ve ülke halkını sürekli daha da yoksul, yoksun ve güvencesiz kılan yasama faaliyetlerine imza atmaktadır? Hele hele burjuva demokrasisinin krizinin tartışıldığı bugünlerde; halkın iradesini, aslında yukardan iktidar odakları tarafından belirlenen birkaç temsili kuruma indirgemek ne denli doğru olacaktır?
Mevcut çatışma ve gerilim, oyunun bilinen “hukuki ya da meşru kurallarını” dahi bozan, dürüst ve ahlaklı bir mücadeleyi dahi yok sayan bir seyirde sürmektedir. Örneğin; CMK’nın 250 nci maddesinin 3 üncü fıkrası, “özel yetkili” mahkeme ve bağlı savcılıkların yetkilerine dair önemli bir kısıtlamayı içermektedir. Bu fıkraya göre, doğrudan Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’ın yargılayacağı kişilere dair adli süreçler, bu “özel yetkili” mahkeme ve savcılıkların görev ve yetki kapsamı dışındadır. 2802 Sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu da 90 ıncı maddesinde, bir ilin Cumhuriyet Başsavcısı’nın (yasanın lafsıyla “birinci sınıf yargıç ve savcılar”ın) ancak Yargıtay’ın ilgili ceza dairesinde yargılanacağını açık hükme bağlamaktadır. Bu nedenle, “özel yetkili” Erzurum savcılığı tarafından Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner hakkında yürütülen soruşturma ve gerçekleştirilen usulü işlemler, görev ve yetki kuralları açısından (en azından) hukuken tartışmalıdır. Öte yandan CMK’nın 251 inci maddesi, “özel yetkili” ağır ceza mahkemeleri kapsamında görev yapacak (yine “özel yetkili”) savcıların, doğrudan HSYK tarafından belirleneceğini düzenlemektedir. Yani yasaların verdiği açık yetki uyarınca HSYK, “özel yetkili” bir savcıyı, pekala “yetkisiz” yani “normal” bir savcı konumuna getirebilir.
Ancak AKP hükümetinin Adalet Bakanı’na göre, “özel yetkili” Erzurum savcılığı tarafından (Erzincan Başsavcısı hakkında) yapılan işlemler hukuki, fakat HSYK’nın (“özel yetkili” Erzurum savcıları hakkındaki) kararı ise hukuksuzdur. Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Bülent Arınç’a göre ortada (HSYK’nın tasarrufu açısından) “yargının yargıya müdahalesi” ve “özgürlüğe ve hukuk devletine karşı bir darbe” söz konusudur. Ancak Bülent Arınç, öncesinde Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in başına gelenleri gayet de hukuki ve yerinde bulduğunu ifade etmekten çekinmemektedir. Adalet Bakanı ise, siyasi İslamcı gruplara yönelik soruşturması nedeniyle öncesinde Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’i yargılatan makamdır. Devlet Bakanı (ve Adalet eski Bakanı) Cemil Çiçek’in ise, öncesinde bu soruşturmayı yürüten Erzincan Başsavcısı’na sözlü baskı ve telkinde bulunduğu ortaya çıkmıştır. Bilindiği üzere bir başka güncel örnek ise, üniversite seçme sınavlarında katsayı uygulaması konusunda yaşanmaktadır. Danıştay’ın malum YÖK kararının yürütmesini durdurması, AKP sözcülerine göre bir “yargı darbesi”dir yani (asker değil de bu sefer) yargı erki bir darbe yapmaktadır. Ancak İstanbul (bakınız yine “özel yetkili”) 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin (ve tabi ki ona bağlı “özel yetkili” savcıların) “Ergenekon soruşturması/davası” kapsamındaki adli tasarrufları, son derece hukuki ve haklıdır. Bu arada yeri gelmişken AKP kadrolarının; Şemdinli olaylarıyla ilgili dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı E. Org. Yaşar Büyükanıt hakkında bir kamu davası açma cesaretini (kimine göreyse “cüretini”) gösteren dönemin Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’yı savunma konusunda, her nedense şimdi “özel yetkili” Erzurum savcılarını savunmada gösterdikleri aynı heyecan ve kararlılığı sergileyemedikleri, sanırım sizlerin de dikkatinden kaçmamıştır.
Bir son dakika gelişmesi olarak Erzurum (artık yetkisiz) savcılarının, “henüz HSYK kararı bize tebliğ olmadı” gerekçesine sığınarak, Erzincan Başsavcısı’nın da şüphelisi ve hatta tutuklusu olduğu soruşturma dosyasını apar topar İstanbul (yine ve hep “özel yetkili”) savcılığına gönderivermesi, sanırım bütün bu tezlerimi bir kez daha doğrulamanın yanında, artık beni fazlasıyla yordu ve bu nedenle mevzuyu burada kesiyorum. Eğer siz de benim gibi olup bitenleri izlemekten yorulmuş ve bunalmış iseniz, şu sıralar kimi meslektaşlarımla icad ettiğimiz “en olmayacak olağan işler” adlı oyunu oynayabilirsiniz. Nasıl mı ? Hayal gücünüzü kullanın lütfen. Mesela; bu son hamle üzerine HSYK, İstanbul
“özel yetkili” mahkemesi yargıç ve savcılarını da yetkisiz kılıverir. Bu amaçla yapılacak toplantının başlayabilmesi için bakanlık müsteşarı “sana doğum günü partisi yapacaz” kandırmacasıyla toplantıya getirilmiştir. Bu karşı hamle üzerine Adalet Bakanı, HSYK’yı ve hızını alamayıp beraberinde Danıştay ve Yargıtay’ı kapatır. Ancak bu karar daha kendilerine ulaşmadan HSYK, Adalet Bakanı Sadullah Ergin’i bakanlıktan almış ve Çemişkezek Sulh Hukuk Mahkemesi’ne mübaşir olarak atamıştır, falan filan …
Gerçek dokunulmazlar ve dokunanların başına gelenler
Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in, kendisine yönelmiş bu sürecin bir önceki ayağında, doğrudan HSYK’ya sunduğu bir savunmasında yer verdiği kimi iddia ve tespitleri de, şüphesiz dikkate alınması gereken kaygı verici olgulardır. Başsavcı bu savunmasında, (kimi siyasi İslamcı yapılar hakkındaki) soruşturmanın “özel yetkili” Erzurum savcılarına devrinden sonra, bu soruşturmaya dair yeterli ve etkin bir sürecin işletilmediğini dile getirmekte, bir anlamda şüphelilerin kollandığını ima etmektedir. Hatta başsavcının, soruşturmanın “özel yetkili” Erzurum savcılarına devrine vesile (dayanak) olan ihbar mektubunun, doğrudan soruşturmaya maruz kalan İslamcı yapılar tarafından bilinçli olarak gönderildiği, böylece bir anlamda bu kişi ve yapıların (soruşturmayı Erzurum’a taşıyarak) kendilerine güvenli bir liman sağladıkları yolunda değerlendirmeleri mevcuttur. Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner hakkında Adalet Bakanlığı’nın izni ile açılan güncel bir başka soruşturmada, adliye lojmanlarına bir kameriye yaptırarak, “imar kirliliğine neden olmak” suçunu işlediğine dair bir iddianın dahi gündeme getirilmesi, bu konuda akla zarar düşünce ve kaygıları da doğurmaktadır. Adalet Bakanlığı müfettişleri, memleket genelindeki adliyeleri ve adliye lojmanlarını aynı pür dikkat gözle teftiş ettiklerinde, şüphesiz daha çok benzer tuhaflık bulacaklardır. Ya da AKP’li Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın aynı suçlamayla halen süren ceza davasının seyrine dahil olabilirler.
Bütün bu karşı iddia ve savunmalar, en azından şu haklı gerçeği gözler önüne sermektedir; Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner, yanlış zamanda, yanlış yerde, yanlış kişilerle uğraşmıştır. O “kişiler” ise, şimdi bunun hesabını o savcıdan soracak siyasi güç ve yetkilere sahiptirler ve bunu da yapmaktadırlar.
Peki ama nasıl olup da, bizzat kendileri yargıya müdahale ederlerken, arada bir ayaklarına dolaşanları “yargıya müdahale ediyorsunuz” diye azarlayabilmektedirler? Bunun çok basit bir nedeni var; hiçbir çatışma, ideolojik meşruiyet yaratılmadan kazanılamaz. İdeolojik meşruiyet (hegemonya), çatışan tarafların temel fikir ve projelerinin halk kitleleri üzerinde inandırıcı etkiler yaratmasıdır. Yargıda süren çatışmada da halkın duyarlı olduğu bütün değerler, şimdi özenli bir savaş makinesi eliyle ince ince işlenerek birer meşruiyet kavramlarına dönüştürülmektedir.
Kimi basın-yayın organlarının 1992 Erzincan Depremi’ne atıf yaparak, son derece yakışıksız bir biçimde “İkinci Erzincan Depremi” olarak manşet yaptığı bu sürecin ayak sesleri, kimi yüksek yargı mensuplarının telefonlarının dinlendiğinin ortaya çıkması ile öncesinde de duyulmaya başlanmıştı. CMK’nın 135 ve devamı maddelerinde düzenlenen “İletişimin Tespiti, Dinlenmesi ve Kayda Alınması” tedbiri, son derece katı (yasal) koşulara bağlanmış iken, Adalet Bakanlığı müfettişlerinin asıl olarak bir yönetmeliğe dayanan istem ve tasarrufu ile bu tedbirin keyfice uygulanması, hukukilikten ne denli uzaklaşıldığının ve bu uzaklığın nihayet bizzat yargı mensupları tarafından da hissedilmesinin vesilesi olmuştu. Adalet Bakanlığı müfettişleri, doğrudan bakanlığın memurları olduğuna göre, bu hamlenin de doğrudan siyasi iktidara ait olduğu yolunda hiçbir tereddüt olmasa gerek. Nitekim hatırlarsanız Başbakan, “benim de kaç yıl telefonlarım dinlendi” diyerek, haksız ve suçlu çıkmanın psikolojisini savuşturma hamlelerine girişmişti. Ancak bu sözler o zaman bana, bir savuşturma hamlesinden çok, “Şimdi sıra bizde, çünkü artık güç bizde” narası olarak gelmişti kulaklarıma.
Sonsözler yerine
Yargıdaki çatışma şiddetlenerek sürüyor. Hak ve özgürlüklerin teminatı olması gereken yargı, son zamanlarda devlet içindeki iktidar çatışmasının hareketli mevzilerinden biri haline geldi. AKP iktidarının ve onun arkasındaki sınıfsal, siyasal güçlerin yargıyı bütünüyle denetim altına alma ve İslamcı liberal iktidarı kurumsallaştırma operasyonları hızını artırdı. “Ulusalcı/cumhuriyetçi/laik” söylemle meşruluk kazanma çabasında olup, karşıt yargı operasyonları geliştiren “yargının eski kadroları” ise; aslında siyasal gericiliğin bir başka biçimini temsil etmektedir. Bu nedenle şimdi bu çatışmaya katılarak, çatışmada taraf olarak ilerici bir inisiyatif alınabilme olasılığı bulunmamaktadır. Birkaç soyut ilke ve değeri saymazsak, bu çatışmada ilerici, özgürleştirici, demokratik, eşitlikçi ve halkçı değerler ne yazık ki bulunmamaktadır. Burjuva hukukun bilinen soyut ilke ve değerleri dahi, bu çatışmada aşırı biçimde yıpratılmış olmalarından kaynaklı, çatışmanın taraflarınca bile etkin mevziler olarak kullanılamamaktadır.
Öyle ki, modern burjuva devlet aygıtının yapı taşlarından sayılan “güçler ayrılığı ilkesi” gereği, yargının her durumda “bağımsız” ve “yansız” ayrı bir erk (güç) olarak konumlandırılışı; asıl olarak iktidarın sahip olduğu gücü, toplum lehine sınırlama (kontrol altında tutma) amacına hizmet eder. En azından mekanizmayı kuranların beklentisi bu yöndedir. Ancak bu “iyi niyetli” söylemin yanında bu proje aynı zamanda, sınıflı bir toplumda, sınıflar arası çatışmayı dengeleyerek (uzlaştırarak), düzen dışına taşmasına ve sonuçta toplumsal düzenin zarar görmesine engel olmayı da amaçlamaktadır.
Oysa şimdilerde toz duman içindeki mevcut yargı erki, söz konusu formel/hukuksal zorunluluğa bile hiçe sayarak, giderek siyasal iktidarın elindeki bir ideolojik aygıta ve doğrudan bir yönetim aygıtına dönüşmektedir. Beraberinde, yeni iktidar değişimleriyle her ne kadar “taze soluk”lar kazansa da, modern burjuva devlet aygıtının çürümüşlüğü de her geçen gün derinleşmektedir.
Peki mevcut iflas ederse, yerine ne gelir? İçinde bulunduğumuz zaman ve mekan açısından bunu bugünden görmek olanaklı olmasa da; tarihteki benzer örneklerin, özellikle yoksul halk kesimleri açısından her zaman için acı sonuçlara vesile olduğu bilinmektedir. Bütün otoriter ve totaliter rejimler, bütün krallar, imparatorlar, tiranlar ve diktatörler; yargıçların (ve yargının) etkisiz, işlevsiz ve hatta yandaş olduğu süreçlerin devamı olgulardır. Bu nedenledir ki, burjuva devlet içinde yargı erkinin, öncelikle mevcut siyasi iktidardan “bağımsız” ve ona dair “yansız” olması, kimilerimiz için “günü kurtarma”nın derdi gibi görülecekse de, gerçekte tarih boyu bütün ilerici toplumsal güçler için benimsenmiş ve savunulmuştur.
Bu nedenle, belki şu günlerde kimi savcıların başına gelenlere ilgi ve alaka göstermeyebilir, hatta bundan kendi adınıza hiç de kaygı ve üzüntü duymayabilirsiniz. Ne de olsa, siz ne zaman hak ve özgürlüklerinizi elde etmek adına harekete geçseniz, çoğu zaman onları da ve hatta en çok da onları karşınızda buldunuz. Nitekim, yazıda değindiğim adli/hukuki süreç kadar popüler olmasa da, geçtiğimiz hafta içinde Ankara’da bir belediye otobüsüne kart basmadan binen, ancak bu tepkiyi otobüsün geç gelmesinden kaynaklı
olarak kendiliğinden geliştiren yani arkasında ya da içinde en ufak bir siyasi yapı, örgüt vb. barındırmayan 80 kadar ülke yurttaşı, aynı yargıç ve savcılar tarafından bir gece boyunca özgürlüklerinden yoksun bırakıldılar. Bu nedenle, evet, sonuna kadar haklısınız.
Bu türden ‘gündelik kaygılar güden talepler’, sağlam ve kalıcı bir mücadele temeline bağlandığı sürece, halkın hak ve özgürlüklerini temsil eden yeni anlamlar kazanacaktır. Yargıdaki mevcut çatışmalara ve siyasal iktidarların baskıcı yönetimine karşı en sağlam temel, toplumsal muhalefetin düzene karşı oluşturduğu en ileri mevzilerde etkin, militan hukukçular olarak yer almaktır. Soyut hukuksal kavramlarla meşrulaştırılmaya çalışılan bir çatışmaya taraf edilmeye çalışılan halkın, aslında bu mevzilerde “insanca bir yaşamın hukuku”nu fiilen yaratmaya başladığı görülecektir. Örneğin ‘güvencesizlerin hukuku’, yargıdaki çatışmaya “düzen dışı” bir noktadan katılmaktadır.
Peki tarihsel bakımdan birikmiş bütün “hukuksal mevzuatı” tümden yok mu sayacağız? Tabi ki hayır. Fiilen yaratılmakta olan özgüleştirici hukuksal pratiklere, resmen hukuksal bir nitelik kazandırılmasında yine biz hukukçulara çok iş düşmektedir; hem bu mücadeleyi yürütenlerin savunulmasında, hem de doğrudan hukuk mücadelesinde yaratılan ileri inisiyatifler olarak.
Ta ki bir başka “özel yetkili” savcı tarafından kapımız çalınıncaya kadar ya da bütün adliyelerin kapıları, halkın hak arayışının biçimlendirdiği bir hukuk düzenine ardına kadar açılıp, nihayet yeryüzü gerçek adaletle tanışıncaya kadar…