I. BİR EYLEMİN GELECEĞİ Piyasa vahşetinin, yağmasının faturasını işçi, emekçi halk ödedi, ödemeye devam ediyor. 24 Ocak 1980’de doğrudan Özal’la başlayan kamu mallarını satış süreci sonucunda devlet, tüm sosyal işlevlerinden arındırılarak tamamen çıplak zor makinesi işlevine büründü. Bu makinenin daha sonra gelen dinci-liberal-Amerikancı imalatları tüm şiddetiyle kamusal varlıklara, sosyal haklara saldırırken “son komünist devleti yıkmak”la, […]
I. BİR EYLEMİN GELECEĞİ
Piyasa vahşetinin, yağmasının faturasını işçi, emekçi halk ödedi, ödemeye devam ediyor. 24 Ocak 1980’de doğrudan Özal’la başlayan kamu mallarını satış süreci sonucunda devlet, tüm sosyal işlevlerinden arındırılarak tamamen çıplak zor makinesi işlevine büründü. Bu makinenin daha sonra gelen dinci-liberal-Amerikancı imalatları tüm şiddetiyle kamusal varlıklara, sosyal haklara saldırırken “son komünist devleti yıkmak”la, “içimizdeki Sovyetleri çökertmek”le övünmekten ve “ayak takımı” diye halkı aşağılamaktan geri durmadılar. Ne yazık ki, bu emek düşmanlığında birleşen aynı soyun temsilcilerini en çok alkışlayan şimdi bedel ödeyen emekçi halkımız oldu. Halkımız, devletteki dönüşümün daha çok baskı, daha çok işsizlik, daha çok yoksulluk anlamına geldiğini her zaman kabul etmiyor. Neticede devletin polis gücü arttı, güvenlik giderleri arttı; bunun yanı sıra sabit gelirlilerin, köylülerin, işçilerin, memurların milli gelir içindeki payları bugün 1980’e göre oransal olarak azaldı. Dahası, işsizlik arttı, güvencesiz çalışma şekilleri yaygınlaştı, kazanılmış haklar budandı.
1980 sonrasının en büyük üç işçi eyleminden biri olarak Tekel direnişi tam da böyle bir dönemde patladı; başka bir deyişle Türkiye kapitalizmi, ’89 bahar eylemleri, ’91 madenci yürüyüşünden sonra üçüncü defadır emekçilerin duvarına çarptı.
Bu duvar, öncekilerde olduğu gibi, yıkılıp geçilecek mi ya da aç kurt kompleksiyle saldıran piyasa parazitleri geri mi püskürtülecek, görülecektir. Elbette şimdiden bazı kestirimlerde bulunmak mümkündür. “Ayak takımı”nın bir isyanı ya da başkaldırısı denecek çapta bir kapsayıcılıktan ve derinlikten yoksundur ama, Tekel’de sahneye çıkan işçiler artık “kırk satır mı, kırk katır mı” dayatmasına öyle kolay boyun eğmeyeceklerini göstermişlerdir; ayrıca kendi boyutlarını aşan bir yükümlülüğü omuzlayarak, şimdiden, tarihin sonunu ilan edenlere unutulmaz bir tokat indirmişlerdir.
Tekel eylemini, gasp edilen haklarını korumak isteyen sektörel bir işçi topluluğunun savunma refleksi olmaktan öteye taşıyan olgu, bir manivela rolü üstlenmesidir: toplum için, sendikalar için, sınıf için. Toplumu, korkunç adaletsizliklerle yüzleştirmektedir; sendikaların idare-i maslahatçı maskelerini düşürmektedir; sınıfı, emek temelinde birleştirmektedir. 2004 yılında Tekel’in sırf içki fabrikasını 292 milyon dolara alıp iki yıl sonra 950 milyon dolara Amerikalılara satan özel sektöre bu kaynağı peşkeş çeken AKP hükümetinin kamu mallarının yağmalanmasındaki sorumluluğunu sorgulamaktan kaçabilir mi toplum; kaçtıkça çürüme çukuruna yuvarlandığını görmeyecek mi? Daha 2007’de Tekel özelleştirmesi kaçınılmaz sonuna doğru yaklaşırken oturup hükümetle işçilerin sokağa atılmasını bir süre (6 ay) erteletme pazarlığı yapan sendikacıların suç ortaklığı affedebilir mi? Sınıfı ırk, mezhep bulamacında kirletip, teknoloji edebiyatında buharlaştıran simsarların karşına dikilen emek kardeşliğinin kazanımları yadsınabilir mi?
Tekel eylemi, tüm bu başarısını kütleselliği ile, barışçılığı ile, kendiliğindenliği ile kazanmıştır. Sendika kodamanlarına rağmen gündeme gelen Tekel eyleminde öne çıkan, kilit niteliğindeki bu üç öge, eyleme toplumsal bir meşruiyet katmıştır. Toplumsal meşruiyette, hiç kuşkusuz, sol’un aralıksız sürdürdüğü fedakârane mücadelenin payı da vardır. Sol, yıllar öncesinden piyasa ekonomisine tavır almış, küreselleşmenin emperyalist sömürünün/bağımlılığın yeni biçimi olduğunu anlatmaya çalışmış, özelleştirmenin ölümcül amacına dikkat çekmiş; özgür, bağımsız, eşit yaşamın temel koşulunun kamuculuktan geçtiğini ısrarla dile getirmiştir. Zaten, kimilerince politik bilinç ve örgütlülük bakımından zayıf bulunan, hatta çoğunluğu ile sağ siyasetlerin ve ideolojilerin tutsağı görülen Tekel işçilerinin, solu, deyim yerindeyse bağrına basması, sadece psikolojik dayanışma güdüsünün belirtisi olarak açıklanamaz. Eylem süresince, sol’un reklamdan uzak, içten, sessiz ve adeta kader birliği sergileyen çalışma tarzının topladığı takdir kadar, tarihsel haklılığının yansıması ve sınıf kimliğini keşfetme duygusunun uyanması da etkendir bu kucaklaşmada… Geçerken, bazı sol siyasetlerin örnek, sınıfın çıkarlarını gözeten, perspektif sunucu ve azimli çalışmalarının etkileyiciliğini not etmek gerekmektedir.
Tekel işçisi, eylemini, şayet kendi öz/taban örgütünü yaratarak, ücret duyarlılığının üstüne çıkarak, tüm emek hareketinin programına ve dinamiklerine açılarak taçlandırabilirse, sınıfa kalıcı bir mevzi daha armağan etmiş olacaktır. Tekel eylemi, sınıfın teori ve pratiğinin geleceği açısından, rüşeym halinde de olsa yeni bir deneyim içermektedir. Sözgelimi, kendi sloganlarında ifade edilen “Tekel vatandır, satılamaz!” gerçeğinin somutlanışı bakımından ve sınıfsal çıkarlarla yurtseverlik arasındaki ince çizgiyi işaret etmesi bakımından çok öğretici olmuştur. Dahası, kendiliğindenliğin kimyasını bozmuştur. Ekonomik bilinç, tepkisel mücadele, yalıtık irade, demokratizm motiflerinin üzerinden politizasyona, homojenleşmeye, parça-bütün diyalektiğine ve tarihsel zembereği çözmeye doğru bir maya çalmıştır. Aslında bu eylemin başarısı, kendini yeniden örgütlemeye yakından bağlıdır. Öylece, sendikaları oksijen çadırından kurtarmaya, toplumu ayağa kaldırmaya, sınıfı özüne davet etmeye ve solun liberal, anafor, ikameci akımlarını hizaya sokmaya dolaylı yoldan da olsa katkıda bulunmuş olabilecektir. O zaman, “galiptir bu yolda mağlup!”
Ankara 01 Şubat 2010
II. GENEL GREVİN ŞARTLARI
1. Genel grev sınıfın nihai adımlarından biridir. Sınıf, en keskin ve kesin sözünü söyler. Genel grev, greve benzemez; kesimsel ve sınırlı olmaktan çok, genel ve soyut yönü ağır basar. Grev, bir “uzlaşmaz uzlaşma” aracı olarak devreye girerken, genel grevde deyim yerindeyse silahlar çekilir ve artık kimin tetiği düşüreceği belli olmaz. İsabetsiz davranmalar, silahı çakar-almaz hâle getirebilir.
2. Bir ortak soruna dayanmak ve toplumun bütününü ilgilendiren bir amaca yönelmek durumundadır. “Özelleştirme-taşeronlaştırma programı durdurulsun, kamulaştırmaya dönülsün, 4-C vb. güvencesiz istihdam şekilleri iptal edilsin” türünden kapsayıcı bir amaç ortaya konmalıdır. Bu, bilhassa önemlidir, çünkü olay sadece Tekel işçisinin konusu değildir. Bununla birlikte, bir tarımsal üretim tasfiye edilmiş, binlerce köylü açlığa, işsizliğe terk edilmiştir. İşçi-köylü birlikteliği en çok burada anlamlıdır.
3. En azından disiplini, eşgüdümü ve eylem stratejisinin yönetilmesini sağlayacak merkezi bir örgütlenmeye sahip olmak zorundadır. Türkiye’de henüz bu çapta bir siyasi otorite bulunmadığı gibi (buraya doğru ilerleyen bir müfrezenin varlığı saklı kalmak kaydıyla), sendikaların da böyle bir çalışma yürüttüğü söylenemez; kendi yapısal zaafiyetleri, iç sorunları, tabandan kopuklukları ayrı… Hiç değilse kimi stratejik iş kollarında derinlemesine örgütlenilmediği, toplumun örgütlü diğer emekçi kesimlerinin dayanışma ve desteği sağlama alınmadığı takdirde, genel grev girişiminin geri tepme olasılığı yüksektir.
4. Kamuoyunun hazırlanmasını, doğru ve hızlı bilgilendirilmesini sağlayacak araçları inşa edebilmek, ön hazırlıkları yerine getirmek gerekir. Şimdilik, ağırlıklı olarak medyanın bir kısmı bu görevi yapmaktadır. Ama, medya her an