Türkiye işçi sınıfının bütün kesimleri açısından her geçen gün prestijini daha da artıran bir büyük direnişin bu “hedef büyütmesi”nin pratik bir anlamı olabilecek mi? Tekel işçisi, kendisini “kazanılmış hakları korumak” çerçevesine hapsetmeyip, güvencesiz çalışmayı karşısına almakla, “cephesini genişletebilecek mi”, örgütlü emek hareketinin gündeminin birinci sırasına “güvencesizlik sorunu”nu yazdırabilecek mi? Bu soruların muhatabı şu an ne […]
Türkiye işçi sınıfının bütün kesimleri açısından her geçen gün prestijini daha da artıran bir büyük direnişin bu “hedef büyütmesi”nin pratik bir anlamı olabilecek mi? Tekel işçisi, kendisini “kazanılmış hakları korumak” çerçevesine hapsetmeyip, güvencesiz çalışmayı karşısına almakla, “cephesini genişletebilecek mi”, örgütlü emek hareketinin gündeminin birinci sırasına “güvencesizlik sorunu”nu yazdırabilecek mi?
Bu soruların muhatabı şu an ne kadar “prestijli” olurlarsa olsunlar Tekel işçileri değil.
Tekel işçileri şu anda “ateşin düştüğü yerde”ler ve can havliyle haykırıyorlar. Açık konuşalım; yanlış ata oynamış ve sınıf perspektifi ile hareket etmek için gecikmiş durumdalar (Şimdi yeri ve zamanı olmadığı için bu tartışmayı derinleştirecek ayrıntılara girmeyeceğim).
Güvencesiz çalışmaya karşı ulusal çapta bir mücadelenin yükseltilmesi açısından iki temel hareket merkezi var. Bunlardan birincisi elbette sendikal düzlem; yani Türk-İş, DİSK, KESK, Kamu Sen gibi sendikal hareket merkezleri ve bağlı sendikalar ile meslek örgütleri. İkincisi ise Türkiye’deki sol, sosyalist hareketler.
Güvencesiz çalışmaya karşı mücadeleyi işçi sınıfının sendikal ve siyasi mücadelesinin ön sırasına geçirmenin olanağı, bu iki düzleme nüfuz eden bir siyasal ve toplumsal muhalefet hareketinin, açık bir siyasi bilincin ve güçlü bir siyasi ve sendikal iradeyle adım adım yaratılmasında aranmalıdır.
Öncelikle bilinmesi gereken gerçek şudur: Güvencesiz çalışmaya karşı mücadeleyi ön sıraya alan bir mücadele çizgisi, bugünkü sendikal ve siyasal muhalefet düzlemlerinin yeniden yapılanmasıyla birlikte düşünülmelidir. Böylesi bir hareketin, sendikal hareketin ve siyasi muhalefetin verili çerçevelerini “koruyarak” yaratılamayacağı bu süreçte yeniden açıklık kazanmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın gördüğünü, geleneksel sendikal ve sol muhalefet anlayışı, görememektedir.
Tayyip Erdoğan “orada işçiden çok işçi olmayan, ideolojik gruplar”, “öğretmen olamayan öğretmenler” gibi tuhaflıklar var” diyerek Tekel direnişini “küçümsemeye” çalışırken, aslında kendi zayıf yanının bilinciyle konuşmaktadır.
Tayyip Erdoğan, Tekel işçisinin direnişinin, neoliberalizm kurbanlarının genel direnişine dönüşmesinden korkmaktadır.
Öyle ya kentsel dönüşüm kurbanlarının, tarımsal yıkım mağdurlarını, turuncu iş elbiselerinin görünmezleştirdiği taşeron işçilerini, savaşa gider gibi domates, üzüm toplamaya, inşaatlarda çalışmaya giden Kürt ırgatlarını, amelelerini, yoksulluğun “abalısı” kadınları, geciktirilmiş işsizliğin bekleme odasındaki üniversite öğrencilerini, “statü manyağı” haline getirilen sağlık, eğitim ve büro emekçilerini, onlara neoliberalizmin dayattığı bu toplumsal konumları içerisinde örgütleyen ve toplumsal hak mücadelelerine sevkeden sendikalar ve üst mücadele birliklerinin, meclislerinin ortaya çıktığı bir Türkiye’yi hayal edin bir… Tayyip Erdoğan’ı böyle “terbiyesiz” bir üslupla konuşturan işte bu hayaldir, bu hayalin gerçekleşmesinden duyduğu korkudur.
Yok sayılarak dışlanan öğretmenleri bütün Türkiye için görülür hale getiren “Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu”nun, Gökçek’e Ankara’yı, Topbaş’a İstanbul’u zehir eden Halkevleri’nin, Tayyip Erdoğan’da sokağa çıkma korkusu yaratan Öğrenci Kolektifi’nin Tekel işçisiyle yan yana gelmesi iktidarı endişeye sevketmekte ama hala DİSK’e, KESK’e ve “sol siyaset”e ilham vermemektedir.
Büyük güçleri oluşturmanın yolu küçük dünyaları yıkmaktan geçer. 4/a ve 4/b dışındaki çalışanları sendikalarına fahri üye olarak dahi kabul etmeyen kamu çalışanları sendikaları; “kapsam dışı personel” ve işletme içi taşeron uygulamalarını “Allah’ın emri” kabul eden işçi sendikaları; barınma, ulaşım, enerji, sağlık, eğitim, çalışma hakkı için mücadeleyi, sınıf mücadelesinin, sosyalist mücadelenin alanları olarak bir türlü kavrayamayan sol siyasetin kalıplarını Tekel işçilerinin mücadelesi kırabilir mi?
Bu sorunun yanıtını Şubat ayının sonunda ya da Mart’ın ilk günlerinde, polis Sakarya’yı işgal etmeye giriştiğinde alacağız…