Geçtiğimiz günlerde hükümetin düzenlediği Alevi Çalıştayı, “özgürlükçü” İslamcı “aydınlar” Hüseyin Hatemi ve Ali Bulaç’ın “sivil toplum”culuğunun ve “çoğulculuğu”nun “Laik Devlet”e hariçten okunan gazeller olduğunu, konu “din” olunca, “dinin devleti” olunca, bu “özgürlükçü islamcı aydın”ların 12 Eylül’cüleri, DGM savcılarını, “Ergenekoncuları” aratmayan bir “tekçi”, “bölünmez bütünlükçü”, “beka” doktrineri olduklarını bir güzel gösterdi. “Kedinin asaleti fareyi görünceye kadarmış”… […]
Geçtiğimiz günlerde hükümetin düzenlediği Alevi Çalıştayı, “özgürlükçü” İslamcı “aydınlar” Hüseyin Hatemi ve Ali Bulaç’ın “sivil toplum”culuğunun ve “çoğulculuğu”nun “Laik Devlet”e hariçten okunan gazeller olduğunu, konu “din” olunca, “dinin devleti” olunca, bu “özgürlükçü islamcı aydın”ların 12 Eylül’cüleri, DGM savcılarını, “Ergenekoncuları” aratmayan bir “tekçi”, “bölünmez bütünlükçü”, “beka” doktrineri olduklarını bir güzel gösterdi.
“Kedinin asaleti fareyi görünceye kadarmış”… Dinci-gericinin “liberalliği”, “demokratlığı” da Alevi’yi görünceye kadar…
Konu “Cemevlerine ibadethane statüsü verilmesi”.
Ali Bulaç Çalıştay’da yaptığı konuşmada, ”Cemevlerine ibadethane statüsü verilirse bunun İslam’da bölünmeye yol açabileceği endişesini taşıyorum” buyurmuş. Bulaç’ın bu görüşünün arkasındaki fikir silsilesini ise “tesettürsüz” haliyle Zaman gazetesindeki köşesinden okuduk.
Bulaç Zaman’daki köşesinde önce bir memnuniyetini dile getiriyor: “Alevi çalıştaylarının tümünde, Alevi sözcüleri Aleviliğin İslam-içi olduğunu özellikle vurguladılar. Bundan daha sevindirici ve rahatlatıcı bir beyan olamazdı.” diyerek söze başlıyor ve şöyle devam ediyor ‘Cemevleri’, ‘ibadethane’ olarak isimlendirilecekse, Alevilerin Sünnilerden kategorik olarak farklı bir ibadet tarzları olduğu anlamına gelir ki, bu bir dinin, yani İslam’ın içinde ‘iki mabet’ oluşması anlamına gelmez mi? Bir dinin iki mabedi olur mu? İki farklı mabet, iki farklı dini ima eder; mabet ortaksa eğer birden fazla mezhep mümkündür, meşrudur ve din içindeki çoğulculuğun gereği ve tezahürüdür… Aleviliğin bir fıkıh mezhebi olmaktan çok bir tasavvufi yorum olduğunu kabul etmemiz durumunda da, benzer pratikler vardır. Mesela Mevleviler … Mevlevi dergâhlarını …ikinci mabet gibi görmüyorlar. Mevlevilik, İslam içinde farklılığını muhafaza eden bir İslam yorumu, bir tarikat, bir inanç grubu olarak yer alıyor.”
Alevi Çalıştayı’na Alevi örgütlerinin büyük bir bölümünün katılmadığını, yalnızca AKP’li ve AKP kuyrukçusu “Alevi” unsurların katıldığını biliyoruz. Alevilerin, İslam karşısındaki konumlarını ve genel olarak teolojilerini, Sünniliğe has kavramlar ve sınıflandırmalarla tanımlamadıkları da bir başka gerçek. Bulaç’ın bunları bilmemesi ise düşünülemez. Bulaç’ın Sünni “şovenizmi” ile devletin Türk “şovenizmi” arasında bir fark yok. Tıpkı devletin Kürt’ü Türkleştirdiği ölçüde vatandaş sayması gibi, Bulaç da Aleviliği “Sünnileştiği” ve hatta AKP’lileştiği ölçüde bir “inanç” olarak kabul edebiliyor.
Şimdi “Alevi Çalıştayı”nın yerine hayali bir “Kürt Çalıştayı” koyalım. Bu çalıştayı da Kürt Özgürlük Hareketi boykot etmiş olsun ve yalnızca AKP’li veya AKP kuyrukçusu Kürtler katılmış olsun. Konumuz da “Kürt kimliği” ve “Kürtçe’nin ikinci resmi dil olması” teklifi olsun. Bulaç’ın cümlelerini bu tartışmaya adapte ederek yeniden kuralım:
“Kürtçeye ikinci resmi dil statüsü verilirse bunun devlette bölünmeye yol açacağı endişesini taşıyorum… Kürt çalıştaylarının tümünde Kürt sözcüleri Kürtlüğün ‘Türk milleti kavramının içinde’ yer aldığını özellikle vurguladılar. Bundan daha sevindirici ve rahatlatıcı bir beyan olamazdı… Kürtler ayrı bir ulus olarak tanımlanacaksa ve Kürtçe’nin ikinci resmi dil olması istenecekse Kürtlerin Türklerden kategorik olarak farklı bir toplum oluşturdukları anlamına gelir ki, bu bir devletin, yani Türkiye Cumhuriyetinin içinde iki halkın bulunması anlamına gelmez mi? Bir devletin iki halkı olur mu? İki farklı halk, iki farklı devleti ima eder; “Milli birlik” varsa eğer birden fazla etnik-kültürel kimlik mümkündür, meşrudur ve ulus-devlet içindeki çoğulculuğun gereği ve tezahürüdür.” Bu sözleri alışageldiğimiz “evlerinde, sokakta birbirleriyle Kürtçe konuşsunlar, televizyonları da olsun” yaveleriyle devam ettirirsek, “Mevlevilik” örneğiyle de paralellik sağlarız.
Bulaç’ın Aleviliğe giydirmeye çalıştığı elbise ile Türk şovenistlerinin Kürtlüğe giydirmeye çalıştıkları elbise arasında ne fark var? Aradaki yöntemsel benzerlik şaşırtıcı değil mi?
Prof. Hüseyin Hatemi’nin üslubu ise açıkça “aşağılayıcı”, “otoriter” ve tehditkar…
Cemevlerine ibadethane statüsü verilmesinin, Aleviliği İslamiyet’ten uzaklaştırarak, farklı bir din haline gelmesine neden olabileceğini ileri süren Hatemi, ”Aleviler bunu istemiyorlarsa cemevinin aslında bir tarikat yurdu olduğunu bilmelidirler… Ancak …tekke ve zaviyelerle ilgili kanun … cemevlerinin başında Demokles’in kılıcı gibi durmaktadır. Sünni tarikatlar da ‘onlara kabul ediyorsunuz, bize niye etmiyorsunuz’ diyebilirler. Bu konuda toplumsal bir uzlaşmaya gidilmelidir” diyor.
Hatemi Aleviliğin ayrı bir mezhep bile olamayacağını, ancak bir tarikat olarak kabul edilebileceğini söylüyor.
Hateminin bu söyleminin Erdoğan’ın “alt-kimlik Kürtlük, üst-Kimlik Türklük” abukluğundan yöntemsel farkını anlatabilecek olan beri gelsin! Üstüne üstlük Hatemi Alevilere, önce “tarikat” hırkasını giydiriyor, sonra da giydirdiği hırkayı çıkarmamak için Sünni tarikatların “özgürlüğü” için mücadele etmeleri koşulunu getiriyor. Konu “tarih bilinci” olunca Bulaç’ın Hatemi ile aşık atabilmesi mümkün değil. Bulaç Alevileri “Sünniliğe” asimile etme hevesinde, Hatemi ise Alevi Hamidiye Alayları’nın!..