Geride bıraktığımız on yıl boyunca, hükümetlerin korkutarak yönetme eğilimi güçlendi; 1990’ların küreselleşme ve “risk toplumu” söylemleri, yerlerini giderek kriz ve korku söylemlerine bıraktı. Halklarına daha iyi bir gelecek sunamayan yönetici sınıfların, konumlarını korumak için giderek daha çok “korkutma” ve “koruma” ve “disiplin” denklemine başvurarak toplumsal muhalefeti etkisizleştirmeye, bireylerin “özneye” dönüşmesini önlemeye çalıştıklarını söyleyebiliriz. Bu koşullarda […]
Geride bıraktığımız on yıl boyunca, hükümetlerin korkutarak yönetme eğilimi güçlendi; 1990’ların küreselleşme ve “risk toplumu” söylemleri, yerlerini giderek kriz ve korku söylemlerine bıraktı.
Halklarına daha iyi bir gelecek sunamayan yönetici sınıfların, konumlarını korumak için giderek daha çok “korkutma” ve “koruma” ve “disiplin” denklemine başvurarak toplumsal muhalefeti etkisizleştirmeye, bireylerin “özneye” dönüşmesini önlemeye çalıştıklarını söyleyebiliriz. Bu koşullarda kültür endüstrisinin de her gün “insanlığı yok edecek” yeni bir tehlike keşfederek, yaratılan korkudan para kazanması da eşyanın (sermayenin) doğasına uygun bir gelişme.
Korku toplumu ikliminin şekillenmesinin arkasında bir dinamik daha var. Geçen hafta Financial Times’da finans sayfaları editörü Gillian Tett’in, Moody’s’in yeni risk algısına ilişkin “Funding and patriotism test” başlıklı haberi de bu dinamikle ilgiliydi. Moody’s, devlet borçları risk değerlendirmeleri indekslerine ülkelerin “yurtseverlik, toplumsal uyum-kaynaşmışlık” düzeyini ölçen yeni bir değişkeni eklemeyi düşünüyormuş.
YK2’den H1N1’e
Yeni bir binyıl başlarken “bilgi toplumu” uygarlığına son verebilecek bir bilgisayar “sorunu” korkusu her yanı sardı. Bilgisayarlarda tarihi saymaya yönelik alt yazılım, 1999’da bitiyordu; 2000’de yeniden başa dönecek, tüm bilgisayarların kafası karışacaktı: Banka hesaplarından balistik füzeleri denetleyen mega bilgisayarlara kadar küresel çapta bir sistem çöküşü senaryosu gündeme geldi; üzerine filmler yapıldı. Bu YK2 (2000 yılı) sorununu çözmeye yönelik yeni bir endüstri doğdu. Sonunda hiçbir şey olmadı… Biz korktuğumuzla, bu korkuyu satanlar da kazandıkları milyonlarca dolarla kaldılar…
Sonra 11 Eylül ve terorizme karşı küresel savaş. El Kaide diye bir şey “özgürlüklerden nefret ediyordu”, tüm Batı uygarlığını adeta yok etmek üzereydi. Bali, Madrid, Londra, İstanbul, Bombay vb… Sonra bombalar birden sustu. Ama bu arada iki şey oldu: Birincisi, “başkası korkusu”, yabancı düşmanlığı (etnik-dini, uygarlıklar çatışması paradigması) canlandı. İkincisi, özgürlüklerimizi korumak adına, özgürlüklerimiz, özel yaşamımız, daha önce (Nazi döneminde, Stalinist rejimler dışında) hiç görülmeyen bir çapta kısıtlanmaya başlandı. Artık hemen tüm kamusal alanlarda kapalı devre TV kameralarıyla izleniyorduk, telefonlarımız dinleniyor, e-postalarımız, mektuplarımız okunuyor, en mahrem kişisel bilgilerimiz merkezi veri bankalarında toplanıyordu. Daha da vahim olanı emperyal (yasa tanımaz) bir “bio-politik” rejimi yaygınlaşmaya başladı: Sürekli izlenmenin ötesinde, “özgür bireyler”, “tutuklama için yasal karar gerekir” (habeas corpus) ilkesi, insan kaçırma, sınır ötesine taşıma, süresiz tutuklama gibi yollarla askıya alınarak “homo sacer” (bedeni siyasi-dini otoriteye ait -kurbanlık- insan) konumuna indirgenmeye başladılar. İmparatorun bir sözü yetiyordu vatandaşlık haklarının yok olması için. Doğal olarak işkenceler, yargısız infazlar da meşrulaşacaktı…
Bu sırada, finans-kapital-medya kompleksi, dünyayı, potansiyel olarak uygarlığa son verebilecek egzotik salgın hastalıklarla korkutmakla meşguldü: SARS, H5N1 (kuş gribi), H1N1 (domuz gribi) milyonlarca insanı öldürecek, toplumları, ekonomileri çökertecekti. Ölümler, yıllık grip salgınlarının düzeyine bile ulaşamadan bunlar da geldi geçti…
On yıl kapanırken, uzun bir süredir kendini göstermeyen “terorizm” yeniden başını kaldırıyor, korsanlar denizleri ele geçiriyor, TV, film endüstrisi insanlığın sonunu sergileyen “block busters” üretiyordu. Kapitalist uygarlık kendi sonunu simgeleyen senaryolara harıl harıl bilet kesiyordu…
Bu sırada mali sermaye…
Aslında her şey de senaryo değildi. Dünya ekonomisi ama en başta Atlantik kapitalizmi yüzyılın ikinci en büyük krizini yaşıyordu; kendi geleceğine güveni iyice sarsılmıştı. Küreselleşme fantezisi yerini toprağın, diğer bir deyişle, bir taraftan imparatorluğun öbür taraftan yurtseverliğin mantığına bırakmaya başlayınca, mali sermayenin denetimi elden kaçırma, devre dışı kalma kaygıları daha da arttı.
Gillian Tett’in aktardığına göre finans-kapital için riskleri ölçen Moody’s şimdi risk hesaplarına, devletlerin halklarına acı ilaç içirme, denetim altına alma kapasitesini ölçen yeni bir değişken katmanın yollarını arıyormuş. Çünkü “eğer geçmiş iki yıl küresel mali piyasalar için yaşamsal bir sınav olduysa, gelecek yıllar Batı devletler sistemi için aynı derecede yaşamsal bir sınav olacakmış”.
Bildiğiniz gibi gündemde, bankalara yapılan yardımlardan kaynaklanan bir borç krizi var. Bu borçlar ödenecekse, ülkelerin halklarını büyük fedakârlıklar, sıkıntılar bekliyor. Ya bunlara katlanmak istemezlerse… Ya korkunun disiplini sağlamaya yetmediği bir nokta gelirse…