20. yüzyılın güçlü yapılarından biri olan medya, hâkim iktidarın kamuoyu üzerinde denetim sağlamasında önemli roller üslendi. İktidar, varlığını sürdürmek ve varlığı için gerekli olan hâkim anlayışı yeniden üretmek için aile, eğitim ve din kurumlarının yanı sıra medyaya da görevler biçmiştir. Medya ve iktidar arasındaki ilişkiyi R. W. Connell, “medya, bir bakıma hâkim toplumsal sınıfların düşüncelerini […]
20. yüzyılın güçlü yapılarından biri olan medya, hâkim iktidarın kamuoyu üzerinde denetim sağlamasında önemli roller üslendi. İktidar, varlığını sürdürmek ve varlığı için gerekli olan hâkim anlayışı yeniden üretmek için aile, eğitim ve din kurumlarının yanı sıra medyaya da görevler biçmiştir. Medya ve iktidar arasındaki ilişkiyi R. W. Connell, “medya, bir bakıma hâkim toplumsal sınıfların düşüncelerini dile getirmede bir megafon görevi yapmaktadır” sözleriyle tanımlamaktadır.
Medyanın gücü beraberinde “medyanın birey ve toplum üzerindeki etki gücü nedir?” sorularını da getirmiştir ve 20. yüzyılın başlarında medyanın etki gücüyle ilgili çok sayıda iletişim araştırması yapılmıştır. Araştırmalar ilk önce medyanın birey üzerinde büyük etkiler yarattığı yönündedir. Akabinde medyanın sanıldığı kadar etki yaratmadığı sonuçlarına ulaşıldıysa da en nihayetinde varılan sonuç: medyanın kısa değil uzun vadede bireyler üzerinde etkiler yarattığı yönünde olmuştur.
Medyanın etki gücüne dair bilimsel araştırmalar da iktidar lehine olumlu sonuçlar ortaya koyunca, iktidarın medya üzerindeki planları çeşitlilik ve boyut kazanmıştır.
İktidarlar varlıklarını sürdürebilmek için “öteki” ve “biz” ayrımına ihtiyaç duyarlar. Zira “öteki”nin yokluğu beraberinde “biz” kavramının da anlamsızlığını yaratmakta hatta “biz”i ortadan kaldıran bir süreç başlatmaktadır. Yazının başında da belirttiğimiz gibi iktidarlar, yarattıkları bu ayrımın devamı ve yeniden üretimi için çeşitli kurumları kullanırlar. Birey ve toplum üzerinde etki yarattığı kanıtlanan medyanın da bu aşamada iktidarın yanında olması iktidarın geleceği için fazlasıyla önem arz etmektedir.
Medyanın birey üzerindeki etkisinin farkında olan ve “öteki”ni canlı tutmayı amaçlayan iktidar, bu kapsamda medyayı bir savaş aygıtına dönüştürür. Nitekim ülkemizde bunun örneklerine sıkça rastlanmaktadır. Ana akım medya veya hakim medya dediğimiz, ekonomik gücü ve yüksek tirajları elinde bulunduran medya organları ülkede yaşanan tüm olumsuzluklardan “ötekiler”i ve “ötekiler”i destekleyen “dış mihraklar”ı sorumlu tutar. Medya böylece etnik şiddetin birincil düşünsel, söylemsel üreticisi olarak bu sürecin baş aktörleri arasında yer alır. İktidardan nemalanmak adına savaş dilini kullanan ana akım medya, toplumsal barışın sağlanması noktasında hareket eden diğer güçlere karşı “üç maymun”u oynar ve kimi zaman bu güçleri çeşitli suçlamalarla hedef haline getirmekten geri durmaz.
Mevcudiyetini tehdit eden “öteki”leri medya vasıtasıyla yok etme veya zayıf bırakma gayesini taşıyan iktidarın bu beklentisine karşılık ana akım medya da mevcut iktidarın devamından medet ummaktadır esasında. Hâkim iktidarın yokluğunun kendisinin de yok olacağı anlamına geldiğini bilen hâkim medya da iktidarın gölgesinde hareket etmekten şikâyetçi değildir. İktidar ile hâkim medya arasındaki ilişki için; sistemin temel dinamikleri konusunda sağlam, ancak dönemsel çıkarlar itibariyle hassas bir zeminde kurulan örtük bir uzlaşma belirlemesini yapmak yanlış olmayacaktır.
Türkiye medyasında ötekilik
Çok çeşitli etnik yapıları ve dinsel farklılıkları bünyesinde barındıran Anadolu coğrafyasında “tek vatan, tek bayrak, tek millet, tek dil, tek din” felsefesi çerçevesinde yapılandırılmak istenen Türkiye’de iktidar, her dönem varlığını tehdit eden başka “öteki”lerden söz etmiştir. Varlığını sürdürmenin ve varlığını koruyacak geniş kitleleri harekete geçirecek en önemli dinamiğin “öteki’nin varlığı” olduğu kabulünden hareket eden iktidar, bu doğrultuda gerekli araçları dinamik tutmayı sürdürmüştür.
Cumhuriyet kurulduğundan bu yana Türkiye’de her dönem başka “öteki”lerin yaratıldığını görmekteyiz. “Ötekiler” kimi zaman “hilafeti, saltanatı” isteyenler, kimi zaman “komünistler, anarşistler” oldu. 1980’lerden sonra “ötekiliğin” adı “Kürtler, Kürtlük” olmuştu. Barış Çoban’a göre; devlet kendisini “tek vatan, tek bayrak, tek dil, tek din” söylemiyle mitolojik simgelerle kapatmaya ve yekpare, parçalanmaz bir bütünlük gibi sunmaya çalışır. Ancak bu tekbiçimcilik vurgusu tersine bir durumun göstergesidir. Devlet aslında kendi gerçekliğinden, çoğulluğundan kaçmaya çalışmaktadır.
Çoğulculuğu tehdit olarak algılayan, “vatan” kurgusunu “teklikler” üzerinden tanımlayan Türkiye’deki iktidar da amacına giden yolda diğer kurumların yanı sıra medyadan da destek almaktadır. Medya ulus-devlet ideolojisini toplumsal yapının tüm alanlarına taşımaktan kaçınmamaktadır. Barış Çoban’a göre medya egemen ideolojinin bir aygıtı olarak, milliyetçiliği yeniden üretirken söylemsel şiddeti yoğun olarak kullanmaktadır ve iktidarın tehdit olarak gördüğü “öteki”leri toplumsal sorunların nedeni olarak göstermektedir. Medya söylemsel şiddeti kullanarak toplumsal öfke ve nefret duygularını üretir ve “öteki”lere karşı yöneltilmesine neden olur. Toplumsal öfkenin azınlıklara, “öteki”lere yöneltilmesi, toplu cinnet hallerinin yaratılması ve böylelikle “öteki”ni yok etme amacına sahip “linç” topluluklarının üretilmesi ve ülkenin “iç savaş” koşullarının meşrulaştırılarak ve doğallaştırılarak rutin gündelik yaşamın bir parçası kılınması, bir başka deyişle gerçeğin değil iktidarın kurgusunun topluma dayatılması, psikolojik savaşın tüm toplumsal alanlarda sürdürülmesi medyanın görevi haline getirilmiştir. Medya toplumsal çatışmanın başlıca aktörlerinden biri haline gelmiştir. Medyanın şiddet içeren otoriter söylemi “itaatkar vatandaşlar” yaratmayı ve bu makbul vatandaşların da yardımıyla “sözde vatandaşları” bertaraf etmeyi amaçlamaktadır. Türkiye tarihinde dönem dönem yaşanmış toplumsal öfke patlamaları söz konusu duruma örnek teşkil etmektedir.
Öteki olarak Kürt etnik kimliğinin medyada temsili
Milli bilincin pekiştirilmesinde en önemli rolü üstlenen ana akım medya, milli bilincin zayıflamasına neden olacak hiçbir yayına da izin vermemektedir. Resmi ideoloji çerçevesinde hareket eden hâkim medya, devletin “öteki” saydıklarını yine “öteki” olarak sunmaktan çekinmemektedir. Ana akım medyanın en önemli “öteki”leri arasında kendi kimliğiyle ortaya çıkma talebi taşıyan Kürtler vardır.
Medya için “öteki” olan Kürtlerin her söylemi, PKK ile bağlantılandırılarak içi boşaltılmaktadır. Kürt sorununun çözümüne parti programlarında birinci sırada yer veren HEP, DEP, HADEP, DEHAP ve son olarak DTP’nin ana akım medyada, “PKK ile benzerlikleri” ve “ortak dil” kullanmaları sebebiyle haber konusu olduklarını sıkça görmekteyiz.
“Kürt partileri”nin yaptıkları her miting benzer haber başlıkları ve içerikleriyle gündeme gelmektedir. DTP’nin 18 Kasım 2007’de Van’da yaptığı bir mitingin haberi Hürriyet gazetesinde “PKK Gösterisi Gibi Miting” başlığıyla yer bulmuştur. Aynı mitingde konuşan DTP Van Milletvekili Fatma Kurtalan’ın “dağdaki PKK’lıların, ailelerine kavuşması için gelin demokratik açılım yapalım” sözleri “dağdaki eşi için af istedi” başlığıyla verilmiştir.
Zaman gazetesi, DTP’nin Van merkez belediye başkan adayı Bekir Kaya ile ilgili haberi 27 Ocak 2009 tarihinde “DTP’nin Van adayı Öcalan’ın avukatı” başlığıyla duyurmuştur. Yine Zaman gazetesi, “DTP Eş başkanı Emine Ayna’dan provokasyona devam” başlığıyla yayımladığı 2 Mart 2009 tarihli haberde, Ahmet Türk’ün meclis grup toplantısında Kürtçe konuşmasını “provokasyon” olarak değerlendirmiş ve Emine Ayna’nın seçmenlere
dönük konuşmasında “Bir Filistinlinin, savaş politikaları üreten bir İsrail siyasi partisine oy vermesi ne ise sizin de sistem partileri olan AK Parti, CHP ve DSP`ye vereceğiniz oylar da o anlamı taşır.” ifadelerini kullanmasını “provokasyonun devamına” kanıt olarak göstermiştir.
Hâkim medyanın -hangi alanda olursa olsun- kendi kimliğiyle var olma iddiasında olan Kürtlere karşı tutumu yukarıdaki örneklerde verdiğimiz çerçevenin dışına pek çıkmamaktadır.
Verilen örneklerden de anlaşılıyor ki Türkiye medyasında Kürtler, bir “tehlike” arz etmedikleri, hâkim kültürü benimsedikleri ve kendi insani haklarına dair herhangi bir talepleri olmadığı takdirde temsil şansı bulmaktadırlar. Aksi takdirde “öteki” olarak damgalanmaktan kurtulamamaktadırlar.
Ancak son aylarda hükümetin önce “Kürt açılımı” daha sonra “demokratik açılım” sözleriyle tanımladığı sürecin başlamasıyla birlikte hâkim medyanın Kürtlere ve en başta Kürt siyasetçilere yaklaşımı iki farklı eğilim göstermeye başlamıştır. Hükümet yanlısı medya, Kürtleri artık daha “sevimli”, daha “insanca yaşamayı hak eden” bir halk olarak tanımlarken ve bu yönlü temsillerle sunarken; hükümetin açılım politikalarını benimsemeyen hâkim medya eski tavrını bir adım daha öteye taşıyarak yeni bir tavır geliştirmektedir. Hükümet yanlısı olmayan hâkim medya, bu dönemde Kürtlerin “öteki”liğine ek olarak bir de Kürtleri, iktidar yanlısı ve iktidarla birlikte devletin temel dinamiklerini yok eden güç söylemiyle sunmaktadır.
Görülmektedir ki hâkim medya bu dönemde de yine egemen güç dengeleri çerçevesinde bir tavır takınmıştır. Gerek Kürtleri “tehdit” sayan gerekse de Kürtlere daha “sempatik” yaklaşan kanat için özünde çok da farklı bir değişim söz konusu değildir. Her iki hâkim kanat da Kürtleri asli özneler olarak görmeyi -açık veya örtük olarak- reddetmektedir. Kimi dönemin iktidarına; kimi cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devam eden hâkim iktidar anlayışına yaslanmak için Kürtleri ve Kürtlerin insani taleplerini, kendi çıkarlarına kurban etmektedir.
İktidardan bağımsız ve vicdan sahibi bir medya ise şimdilik imkânsız bir hayal gibi görünüyor. Toplumsal adaletsizlik çerçevesinde var olan ilişkiler bütünü değişmedikçe iktidar ile medya arasındaki çıkar ilişkisi de bitmeyecektir. Gittikçe yoğunlaşan bu çıkar çarkına karşı bu ilişkiyi teşhir eden, eşit ve özgür bir toplum talebini yükselten, insani ve vicdani sorumluluk taşıyan yeni bir medyaya olan ihtiyaç da aynı oranda artmaktadır.