Diyelim ki yıl 1983, aylardan Eylül olsun. Diyarbakır’ın griye, pusa, kuşku ve korkuya kesmiş bu ikliminde yerimiz, 5 No’lu denilen cezaevinin kapısı olsun. Cezaevinin kapısı günlerdir, haftalardır hısım-akraba, eş-dost, çocuk, baba, en çok da analarla dolsun. İçeride saflar belirlenmiş, görüşmeler-görüşler kesilmiş, ölüme yatılmış olsun. Günlerdir dışarıdaki binlerin içerideki binlerden, onların hayatlarından çok büyük korkuları, çok […]
Diyelim ki yıl 1983, aylardan Eylül olsun. Diyarbakır’ın griye, pusa, kuşku ve korkuya kesmiş bu ikliminde yerimiz, 5 No’lu denilen cezaevinin kapısı olsun. Cezaevinin kapısı günlerdir, haftalardır hısım-akraba, eş-dost, çocuk, baba, en çok da analarla dolsun. İçeride saflar belirlenmiş, görüşmeler-görüşler kesilmiş, ölüme yatılmış olsun. Günlerdir dışarıdaki binlerin içerideki binlerden, onların hayatlarından çok büyük korkuları, çok büyük endişeleri olsun da en küçük bir haberleri olmasın. İçeride atan bu kalbin ritmine kulak olunsun, ne olur yavaş atan bu kalp durmasın!
Biz diyelim insaf, siz deyin taktik olsun da bir grup seçilsin. “Çocuklarınızla görüştüreceğiz” densin, “kendi kendilerine eziyet ediyorlar” densin, “ikna etmek de size düşer” densin. Seçilenlerden mesela biri babam olsun. Varsın içeriye korku tünelinden geçsin, önce ağabeyimi sonra arkadaşlarını görsün. Kırılan kolları, dökülen dişleri, çukura kaçan gözlerdeki endişeyle beraber en çok bedenlerdeki açlığı görsün. “Yapmayın, etmeyin oğlum” desin “yazıktır size” desin ve oğul “baba” desin, “her dakika her saniye işkence yapılıyor” desin, “birazcık insanca muamele” desin, “ölmekten başka çare yok” desin, “yirmi yedinci gündür” desin.
Çaresiz, çıksın baba kendini merakla bekleyen kalabalığa, “çocuklarımız ölüyor” desin, “bir şeyler yapmalıyız” desin, “ölmesinler” desin. Hani ülke kocaman hapishane şehirse “ihanet” ya, bu bile fazla gelsin. Adına “halkı isyana teşvik” densin verilsin altı ay, yapılan eziyet yetmezmiş gibi, yatırılsın infazınca…
Yukarıda bir senaryo gibi duran cümleleri kurmamıza Steve McQueen’in Açlık (Hunger) filmine başka birçok noktadan bakılabileceği gibi ‘hatırlama ve hafıza’ üzerinden bakmamız vesile oldu. O gün orada yaşananlar Kuzey İrlanda ve İngiltere’yle sınırlı kalamayacak kadar bütün insanlığa ait bir trajediydi. 1981’deki Thatcher hükümeti ve IRA militanlarının çatışmalarının cisimleştiği “ölüm orucu” ne mekâna sığabildi ne de zamana. O gün orada Bobby Sands ve 9 arkadaşının ölümü ile sonlanan ölüme yatmak eylemi, başka birçok ülkede ve zamanda olduğu gibi Türkiye cezaevlerinde de onlarca canın ölüm oruçlarında hayatlarının sona ermesinin nedeniydi.
O gün Maze hapishanesinde IRA’lı militanların bedenlerinin tasarrufunu açlıkla ele geçirme gayretleri, ölümün tek başına ölüm olmadığını, açılan yoldan yaşama da varılabileceğini işaret ediyordu. Zira siyasi kimliklerinin reddine dayalı varlıklarının aslında yok olmak olduğunun farkında olarak hayatta kalma pahasına dayatılan kimliksizleşmeye yine hayatlarını ortaya koyarak bedenlerinin tasarrufunu ölürken de ölmeden de ele geçirmek için açlığa yatırıyorlardı.
Meselenin özü, IRA’lı militanlar tarihten gelen bir hakikatten hareketle cezaevine girme gerekçeleri arasında sayılabilecek siyasi kimliklerinin kabul edilmesini, politik hükümlü sayılmalarını talep ediyor, doğal olarak “tek tip” mahkûm kıyafeti giymiyor, iş atölyelerinde çalışmak gibi uygulamalara karşı çıkıyorlardı. İngiltere hükümeti ise birinci ağızdan Thatcher’la bu talepleri reddediyor, ardından cezaevini IRA’lı militanlar için cehenneme çeviriyordu.
Maze hapishanesi dayak, soğuk, sidik, pislik, açlık, izolasyon türünde sayılamayacak kadar -tasavvuru imkansız değil ama güç- kötü uygulamanın mekanına dönüşürken, Açlık, ölümlerle sona eren bu süreci görünür kılma, havsalaya işleme, acıyı bizim için bir deneyime dönüştürme gayretinin filmi oluyordu.
Gayretleri sıralamadan önce, Açlık‘a ilk baştan ‘hatırlama ve hafıza’ üzerinden bakmamıza neden olan kendini faş etme durumu, filmin meselesini iyi tanımladığına, kendini gerçekleştirebildiğine, meramını anlattığına dair öncül tespitimiz olmalı.
Sonra göstergeleriyle bakıldığında; hapishane gri, metal ve çıplak duvar görüntüsünde tekmil sessizlik olur. Bu sessizliğin içinde mazgalların, açılan kapanan demir kapıların, gardiyan postallarının ve duvara vurulan copların sesi olur. En fazla da operasyonlarda kalkanlarla ya da metalle topluca hücum emrinde korku, panik, endişe yaratmak ya da çıldırtmak için sessizliği yırtarcasına çıkarılan metalik cayırtı… Ardından tehlikeye işaret silme sessizlik!
Yönetmenin cezaevi gibi klostrofobik bir mekâna dışarıdaki hayattan kademeli geçişi, seyircisini bu mimaride kıstırması, Bobby’nin ağır ağır ve hissedilen ölümünün karşısına, onun kros koşucusu hızlı çocukluk hali gibi başarılı kontrastları;
Ortamın nesneler ve insanlar üzerinde bıraktığı etkileri sesler, görüntüler, dokular üzerinden bütün duyuları harekete geçirecek şekilde seyircisine geçirmesi; dayağın ve açlığın beden üzerindeki tahribatının görünür kılınarak bizim için acı bir deneyime dönüşmesi;
Filmin coşkuya kapılıp kolay istismar edilebilecek siyasi bir konusu varken paniğe kapılmadan serinkanlı ve ekonomik bir dille meselesini anlatmaya çalışması;
Belki de en büyük başarısı çarpışmanın büyüklüğüne mukabil yönetmeninin de vurguladığı üzere ‘şiddetin sonuçlarını görünür’ kılması olur.
Film kanımca bu gayretler içindeyken, hani taziyeler için ‘herkes kendi ölüsüne ağlar’ denir ya, art niyetsiz Açlık da kendi acımıza bakmamıza yaradı. 12 Eylül sonrasında 5 No’luda uygulanan vahşet tarif kabul etmezken, yazılanlardan ‘tarife çalışmayın alaya alınır, bir de yalancı damgası yersiniz’ yollu uyarıları hatırlamamıza da neden oldu. Ve bu cehennemden, 1982’de Hayri Durmuş, Kemal Pir, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek ölüm orucunda hayatlarını kaybederken, 1984 Ocak direnişi 49. gününde sona erdiğinde tutuklulardan sakat kalanlar bugün hala o günün izlerini geriye dönüşsüz üzerlerinde taşımaya devam ediyorlar. 5 No’lunun şanlı tarihindeki işkence, kötü muamele, kendini yakma, asma şeklindeki onlarca ölüm de cabası. (Yoksa yanlış mı hatırlıyorum, birçoğunun kendi el yazması sağlık raporları vardı, hastaydılar; onlar ranzadan düşmüştü, kafasını kalorifer peteğine çarpmıştı, Tanrım ne de dikkatsizler(!))
5 No’luda tutukluları ölüm orucuna götüren süreçle Maze hapishanesinde IRA’lı militanları ölüm orucuna götüren sürecin benzerlikleri yanında farklılıklarının da olduğu bilinir. Ülkeler ayrı, toplumsallıklar farklı olunca benzerlikler anlatılanlardan tahmin edilebilirken farklılıklara değinmekte yarar var: Tabi en belirgin farklılık 5 No’luda tutukluların teslim alınmalarının sınırının olmadığıdır: Kurallara uymaysa uyma, açlıksa açlık, susuzluksa susuzluk, marşsa marş, eğitim denilen eziyetse eziyet, dayaksa dayak, Kürtçe yasağıysa yasak; ya itirafa, ya ispiyonculuğa, ya arkadaşının üzerine işemeye, ya ona tokat atmaya, ya canlı kurbağa-bok-pislik yemeye zorlanma; ya cop sokulma, ya tecavüze maruz kalma… Ya bütün bunların neticesinde tutukluların dışarı çıktıktan sonra kimselerin yüzüne bakamayacak kadar kendinden utanmalarının, nefret etmelerinin hedefleniyor olması; ya bulabildiği ya da yarattığı her fırsatta Esat Oktay’ın “Her Kürt burayı tadacaktır” nidası; ya esasta Kürtler için uygulanacak politikalarda laboratuar işlevi görecek bu uygulamaların sonuçlarının görünmek istenmesi mantığı…
Evet, Maze’de tutuklular politik hükümlü statüsü kazanmak için direnir ve ölürken, 5 No’luda gerçekleşen ölüm oruçlarında ‘insanca muamele’ tutukluların en belirgin talebidir. Hatta o kadar ki 12 Eylül hukukunun eseri rutini 45, rutin-dışı aylarca süren elektrikli, Filistin askıl
ı, falakalı, haya burmalı, tacizli polis sorgularını aratan 5 No’lu cehenneminde insanca muamele talebi, siyasi taleplerin muadilidir.
Kişisel bir hatırlamayla başlarsam canımın yanacağını biliyordum. Hatırlama olmadan hafızanın, hafıza olmadan da yaraların sarılamayacağını… Tarihin kadrini bilenler, hatıranın acısını kolektif hafızaya tahvil edenler arasından çıkıyor nitekim. Ayşe Kadıoğlu’nun George Santayana’dan aktardığı ardından manasının peşine düştüğü son bir cümle ile hafiften bitirmekte yarar var: “Geçmişi hatırlamayanlar onu tekrar etmeye mahkûmdur”.
Açlık, bir taraftan hatırlattıklarıyla bir hafıza oluşmasına yardımcı olurken, sinematografik başarısı ile de kendi öykülerimizi anlatmada iyi bir örnek olarak bizleri cesaretlendiriyor.