Suyun kullanımı ve dağıtımında uygulanan neoliberal politikaların tarihsel seyrinden ve bu politikaların bugüne kadar yarattığı tahribattan söz edebilir misiniz? İnsanlık tarihi boyunca suyun her dönemde toplumların beli bölgelere yerleşme kararında birincil öneme sahip olduğu, hatta su kenarlarının farklı toplumlar tarafından paylaşılarak kullanımının mümkün olmadığı pek çok durumda çatışma ve savaşların nedeni olduğu bilinmektedir. Buna karşın […]
Suyun kullanımı ve dağıtımında uygulanan neoliberal politikaların tarihsel seyrinden ve bu politikaların bugüne kadar yarattığı tahribattan söz edebilir misiniz?
İnsanlık tarihi boyunca suyun her dönemde toplumların beli bölgelere yerleşme kararında birincil öneme sahip olduğu, hatta su kenarlarının farklı toplumlar tarafından paylaşılarak kullanımının mümkün olmadığı pek çok durumda çatışma ve savaşların nedeni olduğu bilinmektedir. Buna karşın neo-liberal politikalarda, -özellikle kavramın başındaki “neo” ya da “yeni” takısıyla birlikte okumamız gerektiği için- vurgu yapılan tarihsel dönem son 20-25 yılla sınırlıdır. Aynı dönem, dünyada özelleştirmelerin de hız kazandığı bir dönem olmakla birlikte suyun özel eller tarafından dağıtılmasının tarihi bundan çok daha eskilere kadar uzanmaktadır. Örneğin 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa’da ulus devletlerin ilk oluştuğu dönemde su dağıtımının özel şirketler tarafından yapıldığı pek çok ülkenin bulunduğu görülmektedir. Doğal olarak bugün dünyada su tekelleri olarak bilinen Fransız ve İngiliz su şirketlerinin tarihi de 19. yüzyıla dayanmaktadır. Suyun “kamusal” adı altında devletler tarafından dağıtıldığı tarihsel dönem ise esas olarak ikinci paylaşım savaşı sonrasında başta Avrupa’dakiler olmak üzere pek çok ülkede sermaye birikiminin tarihsel bir ihtiyacına karşılık gelmek üzere uygulamaya konan politikalarla başlamıştır. Kapitalizmin altın çağı olarak tarihe geçen 1950-1965 arası dönemde, eğitimden sağlığa ulaşımdan elektriğe, telekomünikasyona ve suya kadar pek çok temel hizmetin toplumlara sağlanması devletlerin asli görevleri arasında sayılmıştır. Her biri toplumların gelişiminde ve refahında da etkin olan bu hizmetlerin devletler tarafından “kullanım değerleri” formunda verilmesi, bugünkü düzeyinin çok daha gerisinde bulunan sermaye birikimi açısından farklı bir öneme sahipti. Zira bu temel hizmetleri maliyet fiyatları karşılığında devletten satın almak gerekli altyapı yatırımlarının bedeline katlanmaksızın üretim süreçlerinde ihtiyaç duyulan bu hizmetlere en uygun koşullarda ve sınırsız biçimde ulaşmak anlamına geliyordu. 1970’lerdeki kar oranları düşüş eğiliminden kaynaklanan kriz, yaşanan dönüşümde önemli bir role sahiptir. Ancak, krizin esas olarak erken kapitalistleşmiş ülkelerin yaşadığı bir durum olduğu; buna karşın genelde kamu hizmetleri özelde ise su hizmetlerinin ticarileştirilmesinin bütün kapitalist dünyayı kapsayan bir süreç olduğu göz önüne alındığında kapitalist üretim ilişkilerinin krizi de kapsayan bütün boyutlarıyla ele alınması kaçınılmaz hale gelmektedir. Bir örnekle açıklayacak olursak, bugün ülkemizde suyu yetersiz hale getiren nedenler üzerine konuşurken sanayinin enerji ihtiyacının nasıl ve neden arttığına ve Türkiye sermayesinin uluslar arası kapitalist sisteme eklemlenme sürecine değinmemek mümkün değildir. Bu değinme, söz konusu eklemlenmenin güncel formunu ve hatta bunun neden farklı bir biçimde değil de bugünkü biçiminde yaşandığı sorularını da tartışmayı gerektirir. Dolayısıyla suyun ticarileşmesinin tıpkı çoklu sonuçları olduğu gibi, aynı kaynaktan beslenen fakat birbirinden farklı ve çoklu nedenleri olduğunu söylemekte yarar vardır. Aynı ilişkisel perspektiften hareket edildiğinde, suyun ticarileştirilmesinin yalnızca bir politika değişikliği ile açıklanması da mümkün değildir. Gerçekten de politikaların değişmesinin ardında, ayakları kapitalist üretim ve dolaşım ilişkilerine basan bir dizi farklı dinamiğin olduğu görülmektedir. Tam bu noktada, Joel Kovel’in deyimiyle “kapitalizmin yarattığı kıtlığın diyalektiği” konusuna girmemiz gerekir. Başka bir deyişle, suyun tarımsal ve sanayi üretiminde vaz geçilmez bir girdi olması yeni bir durum değildir. Ancak kapitalist sistemde bütün meta üretiminin halkların ihtiyacını karşılamak için değil, yalnızca değişim değeri elde etmek, yani sermaye birikimi için yapıldığı göz önüne alındığında üretimde girdi olarak kullanılan doğal kaynakların bir gün kaçınılmaz olarak kıtlaşacağını öngörmek zor değildir. Kıtlaşmakta olan doğal kaynağın hem toplumlar tarafından bir kullanım değeri olarak tüketiliyor hem de istisnasız bütün bireysel sermayeler için üretim nesnesi (girdisi) işlevini görüyor olması halinde halklar ve sermaye arasında bölüşüm ve dağılımın kurallarının, sermaye birikiminin kesintiye uğramasını önleyecek şekilde yeniden belirlenmesi gerekir. Marx, analizleri neticesinde doğal kaynakların metalaşmasının yukarıda tarif edilen tarzdaki kıtlaşmanın doğal ve geri dönülmez bir sonucu olduğu tespitini yapmaktadır. Suyun metalaşmasının halklar üzerindeki yıkıcı etkilerinin başında yaşamın olmazsa olmazı olan bir kaynağa ulaşmanın piyasa fiyatlarına endekslenmesi gelmektedir. Başka bir deyişle, su artık sadece parası olanların erişebileceği bir piyasa malıdır. Suyun metalaşmasının doğrudan görülebilen etkilerinin yanı sıra dolaylı fakat son derece yıkıcı başka etkileri de vardır ki bunların başında tarımsal sulamanın da paralı hale getirilmesidir. Özellikle geleneksel tarımın ve küçük çiftçiliğin egemen olduğu ülkelerde tarımsal sulamanın piyasa kurallarına dayalı olarak yapılması, geçimlik tarımla uğraşanların topraklarını kapitalist çiftliklere satarak yaşamak için kentlere göç etmesine yol açması kaçınılmazdır. Kent işsizliğini daha da arttıracak olan bu gelişmenin sonucunda hem ücret düzeyleri gerileyecek hem de emeğin örgütlenmesinin koşulları ağırlaşacaktır. Başta toplum sağlığı olmak üzere pek çok yaşamsal alanı etkileyecek olan bu süreç kültürel ve tarihsel değerleri de tehdit etmektedir. Bir yandan daha fazla enerji diğer yandan daha fazla su biriktirmek için birbiri ardına inşa edilmesi planlanan büyük ölçekli barajlar tıpkı Ilısu-Hasankeyf örneğinde görüldüğü gibi binlerce yıllık tarihsel kalıntıyı ve yerleşimleri su altında bırakma pahasına projelendirilmektedir. Özellikle sınır aşan nehirler üzerinde inşa edilmesi planlanan büyük barajlar, komşu halkların gelecekte tamamen susuz kalmasına yol açacak kadar önemli birer tehdit unsurudur. Ama daha da tehlikeli olan durum, nehirler üzerine inşa edilen büyük ölçekli ve çok sayıda barajın kısa süre içinde nehirleri kurutacak olması gerçeğidir. “Nehirler boşa denize akmasın” sloganı ile kafalar karıştırılmakta ve nehirler ancak denize aktığında boşa akmamış olacakları gerçeği toplumdan gizlenmeye çalışılmaktadır. Gerçekten de temiz su doğal bir hidrolojik çevrimin sonucunda insan ve tüm canlı yaşamın kullanımına hazır hale gelmektedir. Gerek yer altı sularını çekmek, gerekse yer üstü su kaynaklarını kurutacak adımlar atmak hidrolojik çevrime doğa dışından yapılan müdahalelerdir ve bir süre sonra çevrimin bütün olanaklarını ortadan kaldırma riski barındırmaktadır.
2006 yılında İller Bankası ile Dünya Bankası’nın ‘Belediye Hizmetleri Projesi’ kapsamında yaptığı anlaşma su politikaları özelinde ne gibi maddeler içeriyor ve bu anlaşmanın ortaya çıkardığı sonuçlar nelerdir?
Gerek bu proje gerekse Türkiye’de devlet ve yerel yönetimler düzeyinde devam eden yeniden yapılanma sürecinin sonucunda şimdiye kadar yerel yönetimlere kredi sağlamakla görevlendirilmiş olan İller Bankasının artık özel bir anonim şirket haline getirilmesi ve Belediyelerin de doğrudan Hazine ile ortaklık ilişkisi içine girmesi öngörülmüştür. Belediyeler tarafından sağlanmakta olan temel hizmetlerin piyasalaşmakta olduğunun en belirgin göstergesi bu gelişmedir. “Gerçek bir banka” olacağı duyurulan İller
Bankasının sahibi artık Hazine’dir. Buna göre, bankacılık kuralları tam olarak işletilecek ve kredi koşullarını yerine getirebilen belediyeler kredilendirilirken bunu başaramayanlara kredi verilmeyecektir. Bu süreçte hem Belediyelerin siyasetleri etkili olacak hem de kredi olanakları daraldıkça yerel yönetimler piyasaya daha kolay meyledeceklerdir. Suyun ticari bir meta haline getirilmesini, Belediyelerin halk sağlığı, toplum refahı, kamu görevi ilkeleri yerine alacakların tahsili, hizmetlerin pazarlanması ve satışı gibi konulara odaklanmasını zorunlu hale getiren bu süreçten bağımsız değerlendirebilmek olanaklı değildir. Dünya Bankasının bu projedeki rolü ise alt yapı yatırımları için Belediyelere fon sağlayarak su ve diğer hizmetlerin ticarileşmesini hızlandırmaktır. Yalnızca su projeleri şu anda DB borçlandırma portföyünün %50’sini oluşturmaktadır. Ancak unutulmaması gereken bir husus vardır ki o da, Dünya Bankasının bu sürecin dışına alınması halinde de bu eğilimlerin belki biraz gecikmeyle de olsa yine yaşanacak olmasıdır. Aslında Dünya Bankasının koşullarını aratmayacak özellikte ticarileştirme maddeleri Dünya Ticaret Örgütünün (DTÖ) Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS)da da zikredilmektedir. Su da dahil olmak üzere bütün hizmetleri kapsayan bu anlaşmaya göre Belediyeler tarafından sunulan hizmetlerin rekabete açık, piyasa değerleri karşılığında satılması (verilmesi değil) gerekmektedir. Gerek Dünya Bankası ile gerekse DTÖ ile imzalanan bütün anlaşmaların devletler eliyle tasarlanıp, uygulamaya konduğu ve ülkelerin kendi iç kapitalist dinamiklerinin bu tasarımlara şekil vermedeki rolü hatırlandığında temel hizmetlerin metalaşması sürecinde bir şeylerin devletlere empoze yoluyla kotarılmadığını anlamak kolaylaşmaktadır.
3 yılda bir düzenlenen Dünya Su Forumu ne gibi bir amaca hizmet etmektedir? 2009 yılında 5.si düzenlenecek olan forumun İstanbul’da yapılacak olması ne gibi bir anlam taşımaktadır?
Dünya Su Forumu (WWF), Dünya Su Konseyi (WWC)tarafından kurulmuş tamamen su, inşaat, enerji vb. şirketlerinin denetiminde olan, meşruiyeti tartışmalı bir kurumdur. Bir Forum olarak WWF’nin asli hedefi dünya halklarını su sorununun tamamen doğadan kaynaklanan, ticarileştirme dışında başka hiçbir şekilde aşılması mümkün olmayan bir sorun olduğuna inandırmak ve suyun metalaşmasının halklar nezdinde meşrulaşmasını sağlamaktır. WWC Başkanının “eğer suya da cep telefonlarımız için ödediğimiz kadar bedel ödemeyi kabul etsek dünyada su sorunu diye bir sorun kalmaz” sözleri, WWF’nin örtük hedefinin en açık ifadesidir. Forum toplantıları esas olarak ticarileştirmenin kurumsal yapılarının nasıl oluşturulacağı ve işleyeceği, kamu-özel işbirliği modelinin yaygınlaştırılması vb. konulara odaklanmaktadır. 2009 Mart’ında İstanbul’da yapılacak olan 5. Dünya Su Forumu için Türkiye’nin seçilmesi kuşkusuz tesadüfi bir durum değildir. Türkiye su zengini bir ülke olarak tanımlanmamakla birlikte su fakiri kategorisindeki ülkeler arasında da değildir. Türkiye’nin su kaynakları konusunda üzerinde mutabakat bulunan husus ise, mevcut su kaynaklarımızın “sadece” %30-35 kadarını kullanıma soktuğumuz ve geri kalan %65’i kullanamadığımız şeklindedir. İstanbul’un WWF-5’e ev sahibi olarak seçilmesinin ardında da tam bu %65’lik su potansiyeli yatmaktadır. Su kaynaklarının tamamını kullanıma sokmanın gerektirdiği yatırım maliyeti Türkiye ve Meksika gibi geç kapitalistleşmiş ülke devletlerinin altından kalkamayacağı kadar büyüktür. Bu sermaye yatırımlarını karşılayacak kadar büyük fonlar uluslar arasılaşmış şirketlerin elindedir ve üstelik sermayenin değersizleşme riskine karşı bu fonların da hızla üretken yatırımlara dönüştürülmesi gerekmektedir. Buna karşın, hızla uluslar arası kapitalist dünyaya eklemlenme yoluna giren Türkiye’li kapitalistlerin üretim süreçlerinde özellikle enerjiye ve ardından da suya duydukları ihtiyacın yarattığı baskı, Devletin su alanında faal yabancı sermayeyi Türkiye’ye çekme çabalarını arttırmasıyla sonuçlanmaktadır. Dolayısıyla suyun metalaşması sürecinde bilhassa Meksika ve Türkiye gibi ülkeleri ortaklaştıran en temel karakteristik, içerde ve dışarıdaki kapitalistlerin örtüşen çıkarlarıdır. Dışarıdaki kapitalistler ellerinde nakit olarak yığılmış olan sermayeye üretkenlik kazandıracak yatırım alanları ararken; içerdeki kapitalistler birikimlerini devam ettirebilmek için enerji ve su alanına alt yapı yatırımlarının yapılmasını beklemektedir. İşte Dünya Su Forumu da bu örtüşen ihtiyaçları birbiriyle buluşturmayı ve bu süreçten en büyük zararı görecek halk kesimlerini yatıştırmayı amaçlamaktadır. Türkiye ve Meksika gibi ülkelerin Forumlara ev sahibi olarak seçilmesinin bir diğer nedeni de, işsizlik oranlarının çok yüksek, sulama desteğiyle ekilebilir hale getirilebilecek torakların çok büyük olduğu ülkelerdir. Bu tip ülkelerde suyun ticarileşmesine karşı gelişecek direnç noktaları diğerlerine oranla daha zayıf olmaktadır. Zira bu ülkelerde, gerek tarımda sulama, gerekse sanayide enerji yoksul yığınlar için aynı zamanda iş ve ekmek anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle halklardan iki ölümden birini seçmeleri istenmektedir: işsizlik kaynaklı açlıktan ölmek ya da açlığın yanı sıra bedelini ödeyemediği için susuzluktan ölmek.
Kullanılabilir suların hızla kirlenmesinde ne gibi faktörler rol oynamaktadır ve bu faktörleri doğuran politikalar nelerdir?
Bu konuda, doğrudan insanı doğa ile girdiği ilişki açısından sorumlu tutan yaklaşımlar bulunmakla birlikte, insan topluluklarını içinde yaşadıkları toplumsal sistemden bağımsız olarak ele almak sorunu bütünlüklü bir yaklaşımla ele almamızı engeller. Örneğin kırdan kente göç, hızlı ve çarpık kentleşme, insanlardan çok artığın ulaştırılmasını amaçlayarak tasarlanan ulaşım altyapıları, kentlerde gayrımenkul rantına dayalı betonlaşma gibi pek çok olguyu kapitalist üretim ilişkilerine değinmeden anlamak, sadece insan doğasıyla açıklamak ve analiz etmek mümkün değildir. Su kaynaklarında kirliliğin artmasının her ikisi de kapitalist toplumsal yapıyla ilişkili olan iki temel nedeni vardır: rantı en yüksek yerler olması dolayısıyla su havzalarının yapılaşmaya açılması ve meta üretiminden geri kalan atıkların doğaya deşarj edilmesi. Bu iki pratiği önleme amaçlı her türlü politika, serbest rekabete ve ticarete kısıtlama koyma anlamına geleceği gerekçesiyle dışlanmaktadır. Bunların da ötesinde meta üretiminin insanların gündelik yaşamlarında yol açtığı dönüşümlerin yol açtığı kirlenmeler de söz konusudur. Dolayısıyla tek başına insanın doğayla kurduğu ilişki üzerinden de bakılsa içinde yaşanan toplumsal sistemi analizden dışlamanın olanağı yoktur.
Su sorununun artık üzeri kapatılamayacak bir boyuta ulaşmasıyla birlikte birkaç sene öncesine kadar reddedilen küresel iklim değişikliği, sorunun tek müsebbibi ilan edildi. Gerçekte, yaşanılan susuzluğun nedenleri altında hangi politikalar yatıyor?
Birinci soruda biraz değinmeye çalıştığım gibi, yaşanan susuzluğun en temel nedeni kapitalist üretim ilişkileri ve sistemin aşırı üretim olgusudur. Bu konudaki en çarpıcı veri şöyledir: OECD ülkelerinde 1960 yılında sanayide kullanılan su toplam temiz suyun %12’sini oluştururken, 2000 yılına gelindiğinde bu oran %59’a yükselmiştir. Başka bir deyişle bugün OECD ülkelerinde mevcut temiz suyun %59’u sanayi üretiminde kullanılmaktadır ve bu oran, son kırk yıl içinde tam beş kat artmış durumdadır. Sanayi üretiminin insanlığın ihtiyaçlarını karşılamak adına arttığı d
a iddia edilebilir kuşkusuz. Ancak, bunun böyle olmadığını gösteren sayısız kanıt vardır. Örneğin çok fazla su tüketilen endüstrilerden biri de başta silah üretimi olmak üzere ağır sanayidir. Hiç kimse silah üretiminin insanlığın yararına olduğunu ya da insanların bu üretime ihtiyacı olduğunu ileri süremez. Bunun gibi pek çok meta, insanlık ihtiyaç duyduğu için değil kapitalist toplumun bir gereği olarak üretilmektedir. Kapitalist üretimin insanlığın ihtiyaçlarını gidermeyi hedef almadığı, bunun sadece dolaylı ve ancak -tüm insanlığı kapsamayan- kısmi bir sonuç olduğunu anlamak için dünyada açlık içinde yaşayan ve ölen yüz milyonlarca insan olduğunu, buna karşılık tonlarca gıda maddesinin kar uğruna ambarlarda çürümeye terk edildiğini hatırlamak yeterlidir. Diğer yandan, küresel iklim değişikliğinin varlığını inkar etmek te mümkün değildir. Küresel ısınmanın su kaynakları üzerindeki olumsuz etkileri ne kadar gerçekse, kürenin ısınmasına yol açan birincil etkenin yine kapitalist üretim tarzı olduğu da aynı oranda gerçektir. Başka bir deyişle, dünya doğanın kendi çevrimleri sonucunda yaşanacak bir kuraklıkla da karşı karşıya kalabilirdi. Ama bugün yaşanan sürecin geri planında ozon tabakasının delinmesinden, ülkelerin atmosfere salıverdiği sera gazlarına, hidrolojik çevrim ve küresel ısınmayla birebir ilişkili olduğu bilinen ormanların serbest kereste ticaretine açık hale getirilmesine ve hatta sera gazı salınımlarının bile ülkeler arasında bir tür ticarete konu edilmesine kadar bir dizi somut kanıt olduğu artık herkes tarafından bilinmektedir.
1900’lü yıllardan 2000’li yıllara gelindiğinde su kullanımında en fazla artışın tarım alanında olduğunu görüyoruz. Tarım alanındaki artışın endüstri alanındaki artışın üzerinde olmasının nedenleri nelerdir?
Bu veri, sadece dünyanın belli bir bölümü, bir genelleme yapılacak olursa geç kapitalistleşmiş ülkeler için doğru. Dünyadaki temiz su kaynaklarının dağılımı ülkeler arasında eşit değildir. Buna karşın güneş ve yağmur nasıl sınır tanımadan ısıtıyor ve yağıyorsa su da aslında sınır tanımadan akar. Başka bir deyişle yapay farklılaşmalar, siyasi sınırlar olmasa ve evren tüm insanlığın ortak kullanımında olsa tarım dahil olmak üzere bütün üretim de insanlığın ihtiyaçlarına göre yapılacaktır. Böyle bir durumda örneğin sadece verimli ve sulak topraklarda tarım üretimi yapılması bütün insanlık için yeterli miktarda gıda maddesi elde etmeye yetebilecek, rant ortadan kalkmış olacağı için görece kurak ve verimsiz toprakları da verimli hale getirme zorunluluğu ortadan kalkacaktır. Buna karşılık bugün, endüstriyel tarımın giderek egemen olduğu bütün ülkelerde iklim ve doğa koşullarının yetersiz olması bile aşırı üretimi engellememekte ve daha fazla kar için daha fazla miktarda toprağın ekilebilir hale getirilmesi uğruna tonlarca kimyasal kullanılmakta, normalde gerekenden çok daha fazla miktarlarda temiz su tüketilmektedir. Bu kadar büyük miktarlarda tarımsal üretim yapıldığı halde dünyada açlıktan ölenlerin sayısı hala yükselmekte, tarım ürünlerinin fiyatlarında arzu edilen düzeylere ulaşmak adına arz-talep dengeleriyle oynanmakta ve binlerce ton tarımsal gıda ürünü imha edilebilmektedir. Özetle, geç kapitalistleşmiş ülkelerde tarımda kullanılan su miktarlarının artması bu ülkelerin geleneksel tarımı terk ederek endüstriyel tarıma geçmeye başlamaları, topraktan daha fazla verim elde edebilmek için aşırı ve yer yer yanlış sulama uygulamalarına başvurmaları ve tarım üzerinden sermaye birikimi amacıyla her yıl daha fazla toprağı tarıma açmalarıdır.
Türkiye’nin tarım ve endüstri alanlarında etkin su kullanımına ilişkin geliştirilmesi gereken projelerden söz edebilir misiniz?
Türkiye, küresel iklim değişikliği sürecinde kuraklığı yoğun olarak yaşayacak ülkeler kategorisinde yer alıyor. Yakın zamana kadar yeterli yağmur aldığı için sulamaya gerek kalmadan ekim yapılan topraklardan artık ancak sulama tarımı ile ürün alınabiliyor. Neredeyse tamamı sulama gerektiren yeni arazilerin tarıma açılması yolundaki girişimler ve hızla endüstriyel tarıma geçişin etkileri de eklendiğinde tarımda suya duyulan ihtiyacın daha da artacağını öngörmek mümkün. Benzer şekilde, Türkiye sermayesinin uluslararası kapitalizme eklemlenme sürecinde bütün Anadolu’da su havzaları çevresinde irili ufaklı yüzlerce sanayi fabrikası kurulmuş durumda. Bu fabrikaların faaliyetine devam etmesi ancak enerji ve su gereksinimlerinin karşılanması ile mümkün. Tarım ve sanayinin ihtiyaç duyduğu su ve enerji, kalkınma ya da ekonomi-politikteki ifadesiyle sermaye birikimi için vaz geçilmez özelliktedir. Bu ihtiyacın devlet eliyle karşılanabileceğini savunan tezler de vardır. Aslında, kamu-özel işbirliği projeleri başta olmak üzere pek çok yapılanmasıyla devletler bu iki alandan çekilmemektedir. Hatta, bütün bireysel sermayeler için vaz geçilmez olması ve devlet ya da sermaye tekeline terk edilemeyecek olması dolayısıyla devletler, enerji ve su alanında sermayeler arası rekabeti düzenlemek gibi çok önemli bir rol üstlenmiş durumdadırlar. Muhalif hareketlerin asıl talebi ise evsel ve tarımsal suyun hiçbir fiyatlamaya tabi tutulmadan ve herkesin erişebileceği şekilde devletler tarafından sağlanmasıdır. Mali yapısı zayıf, geç kapitalistleşmiş ülke devletlerinin böyle bir hizmeti verememesinin nedenlerini açıklamak mümkün olabilir. Ancak bugün mali açıdan en güçlü konumda ve su açısından da zengin olan Kanada, Almanya, İngiltere gibi ülkelerde de suyun ticarileştirilmesi yönünde önemli adımlar atılmaktadır. Su zengini olan ülkeler suyu ticarileştirme süreci üzerinden (örneğin, mevcut sularını su fakiri ülkelere satarak) sermaye birikimini hızlandırmayı amaçlarken; su fakiri ülkeler susuzluk nedeniyle sermaye birikiminin kesintiye uğrama riskini bertaraf etme telaşı içindedirler. Sonuç olarak özetlemem gerekirse, gerek Türkiye gerekse dünyada yalnızca insanların ve canlı yaşamın devamı için gerekli endüstri ve tarım faaliyetine geçilebilmesinin tek koşulu üretim, mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerinin kökten değişmesidir.
Dünya sularının henüz %5’i özelleştirilmişken, su endüstrisinin yıllık karının petrol sanayinin karının neredeyse yarısına ulaşmış olması nedeniyle uluslar arası tekellerin iştahını kabartan bu alanda, ülkemizde de Antalya Belediye Su İşletmeciliği’nin 10 yıllık, Yuvacık Barajı’nın işletme imtiyazının 16 yıllık süreyle devredilmesi gibi gelişmelerle karşılaştık. Bu gelişmeler karşısında yeterli bir mücadele dinamiği oluşabildi mi? Bu dinamiğin oluşabilmesi için nasıl bir mücadele hattı örmek gerekir?
Bir önceki soruda da açmaya çalıştığım gibi, toplumsal muhalefeti belirleyen en önemli unsur, her bir toplumun içinde bulunduğu sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel ortam ve toplumların karşılanmasını umduğu beklentileridir. Örneğin gelir düzeyi yüksek, işsizlik oranı çok düşük toplumlarda suyun ticarileşmesi olgusu karşısında örgütlenen muhalefetlerde öne çıkan sorun, hijyen, sularda kirlenme, ekolojik tahribat gibi kaygılar olmaktadır. Suya erişimi hiç olmayan toplumlar henüz metalaşma olgusuyla tanışmamış olmalarının da etkisiyle öncelikle suya erişimi talep etmekte ve bu nedenle örneğin devletlerin büyük ve çok sayıda barak inşa etme girişimlerine onay verebilmektedirler. İşsizlik oranının çok yüksek olduğu toplumlar, enerjinin daha çok yatırım, daha çok iş ve daha çok ekmek anlamına geleceğine inanmakta ve onlar da bu nedenle büyük baraj projelerine destek verebilmektedirler. Baraj inşaatlarında top
raklarını kaybetme riski olan küçük çiftçiler baraj karşıtı muhalif hareketlere katılabilmektedir. Ya da geçimini turizmden sağlayan belli bölgelerde kültürel ve tarihi mirasın baraj suları altında kalma riski baş gösterdiğinde kültür/çevre derneklerinin çok daha kolay mobilize olduğu görülebilmektedir. Türkiye, suyun ticarileşmesine verilen tepkiler konusunda yukarıda aktarmaya çalıştığım çeşitliliğin tam olarak yaşandığı bir örnektir. Muhalefetin neden hızla örülemediği, neden kitleselleştirilemediği ve benzeri soruların yanıtları diğer pek çok yapısal karakteristiğin yanı sıra buralarda da aranmalıdır. Yine bu bağlamda, dünyada ve Türkiye’de mevcut hareketlerde oldukça üst düzey bir ihtisaslaşmanın olduğu görülmektedir. Örneğin, evsel suya erişim konusunu ele alan muhalif yapılar olduğu gibi, tarımsal suya erişim, sularda kirlenme, kültürel varlıkları koruma, barajlar, uluslar arası nehirler, su hizmetlerinde çalışanlar, su ve sağlık ilişkisi gibi alanlara yoğunlaşan onlarca örgüt ve kurum bulunmaktadır. Bu soru başlıklarının ortaklaştırılamadığı, hiçbirini feda etmeden bütün bu sorunları kesen çözümler üretilemediği bir durumda güçlü bir muhalefetten söz etmek te olanaklı olmayacaktır.