TÜBİTAK’ın Darwin’i sansür etmesiyle başlayan tartışmalar, yaşamı, “uçları reddederek”, karşıtların ortalamasını alarak idare etmeye çalışan liberal entelijansiyanın sığlığını bir kez daha gözler önüne serdi… ‘Bir’ mi, ‘Çokluk’ mu? Belki ayırdında değiller ama, bu tartışmanın temelinde, varlığın bilgisine ilişkin, ortalaması alınamayacak, birbirini dışlayan iki ontolojik varsayım yatıyor. Birinci varsayım: Varlık “bir”dir, “her şey” ondan türemiştir. İkinci […]
TÜBİTAK’ın Darwin’i sansür etmesiyle başlayan tartışmalar, yaşamı, “uçları reddederek”, karşıtların ortalamasını alarak idare etmeye çalışan liberal entelijansiyanın sığlığını bir kez daha gözler önüne serdi…
‘Bir’ mi, ‘Çokluk’ mu?
Belki ayırdında değiller ama, bu tartışmanın temelinde, varlığın bilgisine ilişkin, ortalaması alınamayacak, birbirini dışlayan iki ontolojik varsayım yatıyor. Birinci varsayım: Varlık “bir”dir, “her şey” ondan türemiştir. İkinci varsayım: Varlık “çokluk”tur, her şey “çokluğun” (hatta çoklukların) sonsuz olasılıkta örgütlenme biçimleridir. “Bir”, bir “sayma” işleminin sonucudur.
Birinci varsayım, Tanrı düşüncesine, dini “hakikat rejimine”, siyasi olarak da uyulması gereken mutlak bir otoritenin varlığını kabul etmeye, totaliter rejimlere açılır. İkincisi, Aydınlanma’nın “hakikat rejimine”, bilimsel yönteme, siyasi olarak da “çokluğun” ve “çoklukların” birlikteliğine, bireysel özgürlük düşüncesine, eşitlik ve demokrasi ilkelerine açılır. “Peki, ama kim sayıyor?” diye sorarak, hem “çoklukların çokluğunu” kabul edip hem de Tanrı düşüncesine geri dönülemez. Çünkü o zaman, Tanrı ile saydığı “çokluk” karşı karşıya konulduğundan yine çokluğa dönülmüş olur.
‘İnananlar’ için kurulmuş bir tuzak…
Aslında, ortalama alma çabası, öncelikle dini “hakikat rejiminin” dibini oyar. Çünkü onu, Aydınlanma’nın, bilimin koşullarını kabul etmeye, Tanrı’nın varlığını ampirik düzeyde (fenomenler alanında) kanıtlama çabalarına iter… Bu ortalama alma çabası, Aydınlanma’nın “hakikat rejimine” bir tehdit oluşturmaz. Bilimsel düşünce zaten bu tip tartışmalara, eleştirilere, sürekli değişmeye, kimi teorileri geride bırakıp yenilerini benimsemeye açıktır. Bilimsel düşünce zaten, birbiriyle etkileşim, diyalog halindeki “bilimsel projelerin” evrimleşmesiyle (İmre Lakatoş), paradigmalar kurarak ve yıkarak (Kuhn) yoluna devam eder.
Bu iki “hakikat rejimi” arasındaki sorun önce zıt ontolojik varsayımlardan, sonra, bilimin her şeyi sorgulama gereksiniminden kaynaklanıyor. Bilimsel düşüncede kutsal yoktur. En önemli ahlaki ilkesiyse, “haddini bilmemek”, her şeyi, her inancı, her zaman, kendine bir kısıtlama getirmeden sorgulamaya devam etmektir (buna “insana zarar vermemek” gibi ilkeleri de ekleyebiliriz). Buna karşılık, “dini hakikat rejimi”, son derecede haklı olarak kendini sorgulatmaz. Zamanla çevresine uymak üzere evrimleşebilir, ama sorgulanmayı özellikle “dışarıdan”, bilimsel yöntemlerle sorgulanmayı kabul etmez.
Dini “hakikat rejimini” benimseyenler, bu rejimi kabul etmeyenlerle bir arada yaşama konusunda büyük zorluk çeker, sürekli saldırı altında olduklarını, hakarete uğradıklarını düşünürler; her fırsatta diğer “hakikat rejimlerinden” kurtulmaya, onları silmeye çalışırlar…
İnsanlık tarihi, uzun ve kanlı bir sürecin sonunda “dini hakikat” rejimini benimseyenlerin (çeşitli dinlerin) birbirleriyle ve benimsemeyenlerle birlikte yaşamalarına olanak sağlayabilecek bir çözüm olarak “Laiklik” (dinleri devletin -şiddet araçlarını kullanma meşruiyetine sahip aygıtın- dışında tutma) ilkesini bulmuştur.
Diğer taraftan, sorun salt mutlak bir “yaratana inanç” sorunu değil. Karşımızda bu yaratanın mesajlarını içeren kutsal kitaplar var. Dini “hakikat rejimi” bu kitaplara dayanıyor. Bu yüzden örneğin şöyle diyemezsiniz: “Gelin siz de benim gibi kuramlayın: Fizik, kimya, biyolojinin yasaları Cenab-ı Allah’ın yasaları, matematik ‘İlahi Güç’ün aklı olsun! Allah’ın çocukları da aklı kullanarak Allah’ın gerçeklerini arayadursunlar! O zaman teori ile inanç birbirlerini kucaklamazlar mı?” “Allahın çocukları” gibi, inananlar açısından, insanla Tanrı arasında “organik bir bağ”, türdeşlik ima ederek, bir ucu “küfüre” kadar uzanan saçmalıklar bir yana, eğer derseniz, kutsal kitaplardaki mesajları, bilimin astronomi, jeoloji, paleontoloji, arkeoloji, hatta antropoloji gibi alanlarından, o çok güvendiğiniz matematiğin “küme teorisinden” gelen dinamitlerle patlatmaya başlarsınız.
Darwin tartışması aslında “dini hakikat rejiminin”, okullarda bir inanç sistemi olarak okutulmasını aşan bir talepten, “dini hakikat rejimine” uymayan bir bilginin çocuklara verilmesinden duyulan rahatsızlıktan, bilimsel yöntemi tasfiye etme, onun yerine geçme arzusundan kaynaklanıyor. Bugün evrim teorisi, yarın kutsal kitaplarla çelişen her şey: Paleontoloji, jeoloji, astronomi, küme teorisi vb…
erginy@tr.net
http://erginyildizoglu.blogspot.com