Çevre ve Orman Bakanlığı’nın resmi internet sitesinin ana sayfasında ilk sırada “16-22 Mart 2009 tarihleri arasında İstanbul’da yapılacak olan 5. Dünya Su Forumu’nda medya mensuplarına yönelik olarak “Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Su Ödülü” verilecektir” duyurusu yer alıyor [1]. İlk bakışta medya mensubu olmayanların dikkate almayabilecekleri bir ayrıntı gibi görünen bu duyurunun hemen altında, Bakan Eroğlu’nun, 16 […]
Çevre ve Orman Bakanlığı’nın resmi internet sitesinin ana sayfasında ilk sırada “16-22 Mart 2009 tarihleri arasında İstanbul’da yapılacak olan 5. Dünya Su Forumu’nda medya mensuplarına yönelik olarak “Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Su Ödülü” verilecektir” duyurusu yer alıyor [1]. İlk bakışta medya mensubu olmayanların dikkate almayabilecekleri bir ayrıntı gibi görünen bu duyurunun hemen altında, Bakan Eroğlu’nun, 16 Aralık 2008’de OECD’nin Türkiye için hazırladığı çevre performansı değerlendirme raporunu tanıtmak için, OECD direktörü Gurria ile birlikte gerçekleştirdiği toplantının duyurusu verilmiş [2]. Bu ikinci duyurunun içeriği ve OECD raporunun bizzat kendisi [3], neden Başbakanlığın 5. Dünya Su Forumu sırasında medya mensuplarına yönelik böyle bir ödül vermeyi uygun gördüğünü anlamamıza yardım ediyor. OECD, suyun hala düşük seviyede fiyatlandırılmasından ve özek sektörün yeterince devreye sokulamamış olmasından yakınıyor. Özetin özeti, Bakan ve OECD Türkiye’de suyun daha performanslı bir şekilde mal olarak görülmesi gerektiğine işaret ediyor.
Hatırlanacağı gibi 16-17 Temmuz tarihlerinde NTVMSNBC gibi önemli -bir sermaye grubunun sözcülüğünü yapan- bir medya şirketinin haber sitesinde ‘Su savaşları başlıyor’ başlıklı geniş bir dosya-haber, Yasemin Arpa imzası ile yayınlanmış ve suya yönelik özelleştirme saldırılarının, fakir halkların kabusu haline gelen barbarca uygulamaların, ve neticesinde özellikle Latin Amerika’da ve diğer çevre ülkelerinde patlak veren isyanların bilgisinin Türkiye’de geniş bir kitleye ulaşması gibi garip(!) bir durum ortaya çıkmıştı [4].
Çünkü biliyoruz ki, dev şirketler/sermaye grupları bir yandan OECD, Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, Birleşmiş Milletler’e bağlı bazı ajanslar ile kendi çıkarlarını yansıtan politikaları ve düzenlemeleri, sorunları aşmanın tek çıkar yoluymuş gibi sunmak ve bu politikaları Türkiye gibi ülkelerde, AKP gibi hükümetler eliyle hayata geçirmek için özel çabalar ortaya koymakta, lobiler yapmakta ve yüksek meblağlar harcamaktan çekinmemektedirler. Bu çabaların başında da, önerilen ve dayatılan politikaların gerçek yüzünün kamuoyuna ‘sızdırılmasını’ bir şekilde engellemek ve bir sızma olduysa geniş kesimlerin buna sert tepki vermesini engelleme çalışmak gelir. Bunun, sermayenin işbirliği içinde olduğu hükümet ve siyasetçiler ile ortaklaşa yürüttüğü bir ‘halkla ilişkiler faaliyeti’ olarak görülmemesi gerekir.
Gerçekte olan, politik ve parasal adi çıkar ilişkilerinin meyveleri olan planların, üzerleri güzel ve süslü sözler ile boyanarak halklara satılmasıdır. Bir yandan pazarlama faaliyetleri sürerken bir yandan da sermaye ve şirketlere karşı ortaya çıkan direnişler olabildiğince ‘diğer’ kurbanlardan gizlenmek istenmektedir. Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanı Gökçek’in 17 Aralık’ta canlı yayınlanan bir TV programında düştüğü duruma hükümetin ve bakanlıklarının düşmesi, sadece AKP’nin politik anlamda iflas etmesi olmaz, suyu hedef alan özel çıkar sahiplerinin hayallerinin ve yatırımlarının da suya düşmesi de olur. Hidro Elektrik Santralleri (HES’ler) ve dev baraj projeleri eliyle, barajlarda tutulan ve göletlerdeki sular ile özgürce akan akarsu ve pınarların kullanım hakkının sermayeye devri bu hayallerin ve planların nakde dönüşmesi sürecidir. Açıktır ki, suyun böylece topyekun piyasalaştırılması ve metalaştırılması halklar açısından sadece ‘haber’ değeri değil yaşamsal önemi de yüksek bir olaydır.
Son otuz yıl içinde uluslararası veya ulusötesi sermayenin istenilen ölçüde giremediği/yağmalayamadığı üç önemli alanının su, atık su ve elektrik olduğu düşünülürse burada yapılmaya çalışılan şeyin bu üç alanı birleştirerek entegre bir metalaşmayı sağlamak olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Denilebilir ki, AKP hükümeti gerçekte elektrik enerjisi üretimi sıkıntısını aşmak, sulama, temiz ve yaygın şehir suyu sağlayan şebekeleri geliştirmek, kaçakları önlemek, atık suyu daha iyi arıtmak vs. konularında çözüm üretmek hedefi yerine; sermayenin yaşadığı karlılık ve birikim sorununa, kapitalizmin krizine çözüme kitlenmiştir. Bu ideolojik yönelimin de geniş kitlelerce kavranmasını ve tartışılmasını elbette olabildiğince engellemeye çalışması gerekmektedir.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler’in 2007 Temmuzunda aralarında Kızılırmak’ın da bulunduğu 12-13 akarsuyun kullanım hakkının 49 yıllığına özel sektöre devretmeyi planladıklarını, özellikle de Kızılırmak üzerinde ciddi çalışmaları olduğunu ilan etmesinden [5] kısa süre sonra -aynı süreçte Ankara’da yaşanan ‘kurgu’ kuraklık sonucu- Melih Gökçek’in, DSİ’nin bile otuz yıl sonrası için öngördüğü Kızılırmak suyu projesini Ankaralılara dayatması artık büyük bir tehdidin kapıya dayandığını işaret etmektedir. Ön-ödemeli doğalgaz sayaçlarını aşırı pahalı satarak Ankara halkını soymaktan çekinmeyen bir zihniyetin tüm şehri besleyen suyun -ve ondan üretilen elektriğin- özel sektöre devrinden neler kazanmayı düşlediği açıktır. Kamuoyunda büyük tartışmalara yol açmasına rağmen Kesikköprü barajından getirdiği Kızılırmak suyunu Ankaralılara ilk önce gizlice içiren, bunun basına yansıması neticesinde de milyonlarca Ankara’nın şişelenmiş suya yönelmesi ile Coca-Cola, Nestle gibi ulusötesi şirketlerin muzaam karlar yapmasına hizmet eden Ankara belediye başkanın bu konuda sınır tanımayacağı görülmektedir.
Fakat Ankara’da yaşananlar ne çılgın bir bireyin fevri hareketleridir, ne de Ankara ile sınırlıdır. Kızılırmak suyu projesi bakanlıklardan ve hükümetin başından tam destek almıştır, hatta onların teşviki ile hayata geçirilmiştir. Bu şekilde Kızılırmak ve büyük şehirlerin şebeke suyunu besleyen sular, devredilecek müstakbel şirketler için, dev birer kar kapısına dönüştürülmektedir. Kızılırmak suyunun kullanım hakkını 49 yıllığına devralacak şirketin/lerin hem şişe suyu işinden, hem şebeke suyunun dağıtımından, hem atık suyun arıtmasından, hem de bu sudan sağlanacak elektrik üretiminden kazanmayı planladığı paralar havsala zorlayıcı olacaktır. OECD ve diğerleri buna ‘entegre su yönetimi’ demektedirler.
Kar edilecek paranın gökten inmeyeceği bellidir. Kamu kaynakları, toplanan vergiler özel şahıslara aktarılacak, direk tüketiciler ve kullanıcılar bu karları ödemeye zorlanacaktır. Yasemin Arpa’nın haberinde aktardığı gibi parası olmayana su yok demek olacaktır, kontur bitti mi su kesilecek, bedava yağmur suyu biriktirmek bile suç olabilecektir. Su kullanım hakkının şirketlere devri eliyle, Ankara’dakine benzer mekanizmaların ülke çapında yaygınlaştırılacağı, böylelikle de milyarlarca dolar gelir elde edileceği, hükümetin ilgili bakanlarınca sık sık dile getirilmektedir. Fakat bu paranın halkın cebinden alınarak özel sektöre aktarılacağı gerçeği gizlenmektedir.
Hükümet, bakanlıklar ve hükümete bağlı belediyeler bunun yerine ne kadar faydalı planları olduğu masalını anlatmaktadırlar. Dünya Su Forumu bu masalların tiyatral şekilde sahneleneceği dev bir gösteri salonu olacaktır ve ‘Su Ödülü’ de, haliyle bu organizasyonun PR’ına en fazla katkı yapacak medya mensubuna vaat edilmektedir. Yasemin Arpa gibi konunun gerçeklerini kamuoyuna yansıtan gazetecilerinin bu ödüle aday bile olamayacağını tahmin etmek zor değildir.
1. http://www.cevreorman.gov.tr/Haber.asp?hID=1849
2. http://www.cevreorman.gov.tr/Haber.asp?hID=1878
3. http://www.oecd.org/document/49/0,3343,en_33873108_33873854_41864817_1_1_
1_1,00.html
4. http://www.ntvmsnbc.com/news/453312.asp
5. http://www.milliyet.com.tr/2007/07/31/yasam/ayas.html