Kapitalist dünya sisteminde 1930’lardan bu yana yaşanan en büyük kriz, sisteme son otuz-kırk yıldır damgasını vuran en temel eğilim olan finanslaşma eğiliminin krizi olarak patlak verdi. 1970-80’lerden bu yana büyük bir hızla gelişen finanslaşma eğiliminin en önemli aktörlerinden birisi olan ABD yatırım bankaları, krizin ilk patlak verdiği 14 ay öncesinden bugüne birer birer batarken, krizin […]
Kapitalist dünya sisteminde 1930’lardan bu yana yaşanan en büyük kriz, sisteme son otuz-kırk yıldır damgasını vuran en temel eğilim olan finanslaşma eğiliminin krizi olarak patlak verdi. 1970-80’lerden bu yana büyük bir hızla gelişen finanslaşma eğiliminin en önemli aktörlerinden birisi olan ABD yatırım bankaları, krizin ilk patlak verdiği 14 ay öncesinden bugüne birer birer batarken, krizin olası etkileri ve sonuçları da daha uzun bir süre emek hareketini ve solu meşgul edecek. Krizin ve krize karşı önerilen politikaların doğası ile ilgili tartışmalar da kuşkusuz önümüzdeki dönemin en önemli tartışma gündemlerinden birisi oluşturacak.
Sendika.Org, 2008 dünya kriziyle ilgili gelişmeleri yakından takip etmeyi ve solun bu konuda yaptığı tartışmaları önümüzdeki günlerde daha yoğun biçimde yansıtmayı planlıyor. Aşağıdaki makaleler, günümüz kapitalist dünya sisteminin en temel eğilimini oluşturan finanslaşma konusunda yol gösterici olabilecek saptamaları içeriyor.
Sermayenin Malileşmesi ve Kriz-John Bellamy Foster
Artık, çok az kimse, olup biteni iş işten geçtikten sonra görmenin avantajıyla, ABD ekonomisinin son zamanlarda yaşadığı büyümenin önemli bir bölümünü harekete geçiren konut köpüğünün patlamasının zorunlu olduğundan ya da genel bir mali kriz ve küresel ekonomik yavaşlamanın kaçınılmaz birer sonuç olduğundan kuşku duyuyor. Yüksek riskli borç yönetiminin yeni mali simyasına kapılmayıp, şirketler dünyasındakilerin büyük bir çoğunluğu gibi devasa spekülatif karlarla gözleri kamaşmayanlar açısından uyarıcı işaretler yıllardır mevcuttu. Bu durum bu dergide yayınlanan “The Household Debt Bubble” (Mayıs 2006-“Hane Halkı Borç Köpüğü”, Türkçe MR, Haziran 2006), “The Explosion of Debt and Speculation” (Kasım 2006-“Borç ve Spekülasyon Patlaması”, Türkçe MR Aralık 2006)), “Monopoly-Finance Capital” (Aralık 2006-“Tekelci Mali-Sermaye”, Türkçe MR, Ocak 2007) ve “The Financialization of Capitalism” (Nisan 2007-“Kapitalizmin Malileşmesi”, Türkçe MR, Ağustos 2007) gibi birçok makalede saptanabilir. Bu makalelerin sonuncusunda şöyle yazmıştık:
“Konut köpüğü, durgunluğun dengelenmesi ve bir malileşme temeli olarak öylesine yaşamsal bir hale gelmiş ve ABD’li hanelerin temel refahı ile öylesine yakından ilişkili bir hal almıştır ki, konut piyasasının mevcut zayıflığı hem keskin bir ekonomik gerilemeyi hem de yaygın bir mali düzensizliği harekete geçirebilir. Faiz oranlarının daha da yükselmesi, durgun ya da hatta daha da düşen konut değerleri ile tüketici borç faiz oranlarının yükselmesi gibi bir kısır döngü yaratarak, bir dizi iflasa neden olma potansiyeline sahiptir. ABD’nin tüketiminin dünya ekonomisine yönelik talebin ana kaynağı durumunda olması gerçeği, bu durumun daha küreselleşmiş bir krize katkıda bulunması olasılığını da ortaya çıkarmaktadır…
IMF Yürütme Kurulu müdürleri Eylül 2006 Küresel Mali İstikrar Raporu’nda yüksek riskli fonların ve kredi türevlerinin hızla büyümesinin mali istikrar üzerinde sistematik bir etkide bulunmasıyla, ABD ekonomisinin yavaşlaması ve konut piyasasının soğumasının, beklenmedik şoklar durumunda daha da “artabilecek” daha da büyük “mali sarsıntılara” yol açabileceği yönündeki endişelerini dile getirdiler. Bu bağlam, sistem üzerindeki beklenmedik ve keskin şokların ve bu şoklardan kaynaklanan mali bulaşıcı hastalıkların kaçınılmaz şeyler olarak görüleceği kadar denetim dışına kaçan bir malileşme bağlamıdır.” 1
Makalenin devamı için tıklayın
Tekelci Mali Sermaye-John Bellamy Foster
Şimdi sona ermekte olan yıl [2006], Paul Baran ile Paul Sweezy’nin Monopoly Capital: An Essay on the American Economic and Social Order (Tekelci Sermaye: Amerikan Ekonomik ve Sosyal Düzeni Üzerine Bir Deneme” -Monthly Review Press, 1966) isimli klasik eserlerinin kırkıncı yıl dönümüne denk geliyor. Tekelci Sermaye, 1960’ların başlarından ortalarına kadar yazılan (ve aralarında en popüler ve etkili olanları John Kenneth Galbraith’ın New Industrial State [Yeni Sanayi Devleti] ve Milton Friedman’ın Capitalism and Freedom [Kapitalizm ve Özgürlük] isimli eserleri olan) ana akım iktisat çalışmalarıyla kıyaslandığında, yalnızca sahip olduğu radikalizmle değil, ayrıca tarihsel özgünlüğüyle de ön plana çıkar. Baran ve Sweezy’nin açıklamaya çalıştıkları, Marks’ın Kapital’inde köklü bir çözümlemesi bulunabilecek olan kapitalizmin kendisi değil, daha çok, kapitalist gelişmenin belirli bir aşamasıydı. İfade ettikleri hedef, bu aşamanın sahip olduğu ana ekonomik eğilimlerin, dar anlamda ele alındığında, bu eğilimlerin biçimlenmesine ve desteklenmesine yardımcı olan tarihsel, politik ve toplumsal güçlerle olan etkileşimini inceleyerek, kapitalizmin tekelci aşamasının kısa bir “deneme-iskeletini” sunmaktı; daha azı değil.
O halde, Baran ve Sweezy’nin kitabının kırkıncı yıl dönümünde yanıtlanması gereken en önemli soru: Kapitalizm, onların tarif ettikleri tekelci aşama içinde ve hatta onun da ötesinde bir evrimden geçerek değişmiş midir? sorusudur. Elbette bu soruya verilecek basit bir yanıt yoktur. Bütün büyük tarihsel gelişmelerde olduğu gibi geriye doğru bakıldığında en belirgin biçimde görülen şey, 1960’ların ortalarından bu yana gerçekleşmekte olan değişimlerin çelişkili tabiatıdır. Bir yandan, sistemin henüz, kendi itici gücü olan sermaye birikim süreci bakımından bir ilerleme yolu bulamadığı açık. Tekelci Sermaye’de tarif edilen durgunluk açmazı daha da kötüleşti: temelde yatan hastalık yaygınlaşır ve derinleşirken yeni çürütücü semptomlar ortaya çıktı. Öte yandan, sistem kendisini yeniden üretmenin yeni yollarını buldu ve sermaye, finansın patlayıcı büyümesi ya da Sweezy’nin “Mali Sermayenin Zaferi” (“The Triumph of Financial Capital -Monthly Review, Haziran 1994) diyerek göndermede bulunduğu yolla, bu açmazda paradoksal biçimde daha da zenginleşti. Sistemin bu yeni melez evresini geçici olarak “tekelci-mali sermaye” olarak adlandıracağım.1
Makalenin devamı için tıklayın
Kapitalizmin Malileşmesi- John Bellamy Foster
Kapitalizmde, son otuz yıl içinde ortaya çıkan değişimler, yaygın bir üçleme ile karakterize edilmektedir: Neoliberalizm, küreselleşme ve malileşme. Bunların ilk ikisi hakkında bir sürü şey yazılmış olmakla birlikte, üçüncüye dair çok daha az dikkat sarf edilmiştir.1 Yine de malileşme bugün artık giderek üçlemenin egemen gücü olarak görülmektedir. Kapitalizmin malileşmesi; iktisadi etkinliğin ağırlık merkezinin üretimden (ve hatta büyüyen hizmetler sektöründen) finansa doğru kayması günümüzün kilit sorunlarından birisini oluşturmaktadır. Bu öğe, kapitalizm yeni bir evreyle mi girdi sorusunun ortaya atılmasını herhangi bir başka görüngüden daha fazla zorlamaktadır.
Sistem malileşmenin bir sonucu olarak değişmiş olmasına değişmiştir ama bu değişimin, üretim içindeki temel birikim sorununun aynı kalması nedeniyle, kapitalizmin bütünüyle yeni bir evresi olmaktan uzak olduğunu ileri süreceğim. Malileşme, bunun yerine, kapitalizmin tekelci evresinin, “tekelci-mali sermaye” olarak adlandırılabilecek olan yeni bir melez evresiyle sonuçlandı.2 Sermaye, köklü bir yöne doğru ilerlemek yerine, sonsuz gibi görünen bir durgunluk ve mali patlama çemberine yakalandı. Tekelci-mali sermayenin bu yeni ekonomik ilişkilerinin deprem üssü, hâlâ hâkim ka
pitalist ekonomi durumunda olan Birleşik Devletlerde bulunuyor, ancak ¬küresel sisteme de artan ölçülerde nüfuz ediyor.
1990’ların başlarında artan sıklıkla ortaya çıkan “malileşme” teriminin kökenleri yine de belirsizdir.3 Ancak, kapitalizmde bir bütün olarak finansa doğru yaşanan ağırlık kayması biçimindeki bu köklü sorun, 1960’ların sonralarından bu yana mevcuttur. Solda (ya da belki de diğer yerlerde de) bu soruna sistematik biçimde işaret eden en erken girişim, Monthly Review için yazmakta olan Harry Magdoff ve Paul Sweezy’ye aittir.4
Makalenin devamı için tıklayın
Hane Borçları Köpüğü-John Bellamy Foster
Eşitsiz ve sınıf-temelli gelir dağılımının, tüketimin ve yatırımın belirleyici bir öğesi olması kapitalist ekonominin kaçınılmaz bir gerçeğidir. Tüketim mallarına ne kadar harcamada bulunulacağı işçi sınıfının gelirine bağlıdır. İşçiler gelirlerinin tümünü ya da neredeyse tümünü kaçınılmaz olarak tüketime harcarlar. Nitekim Birleşik Devletler’de gelir dağılımının en alttaki yüzde 60’ını oluşturan haneler açısından, ortalama kişisel tüketim harcamaları 2003 yılında ortalama vergi-öncesi gelire eşit ya da onu aşan bir düzeydedir; bu arada nüfusun bunların hemen üzerinde yer alan dilimi, vergi-öncesi gelirlerinin altıda beşini tüketime harcamıştır (geriye kalanın önemli bir kısmı ise kuşkusuz vergilere gitmiştir)1. Tersine, gelir piramidinin tepelerinde yer alanlar; yani kapitalist sınıf ve onların göreceli olarak iyi durumdaki asalakları, gelirlerinin çok daha küçük bir yüzdesini kişisel tüketime harcarlar. Kapitalistlerin gelirlerinin (ki bu düzeyde, gerçekleşmemiş sermaye kazançlarını da içerecek biçimde genişletilmelidir) ezici bir yüzdesi yatırıma ayrılır.
Bundan çıkan sonuç, artan gelir ve servet eşitsizliğinin kapitalizmin asırlık bilmecesini; yani, bir yandan ekonomik büyüme ve yatırımları desteklemek için nihai olarak ücret-temelli tüketime yaslanırken, diğer yandan da ücretleri düşük tutmaya bağımlı olan bir birikim (tasarruflar ve yatırım) sürecini yaratmasının beklenebileceğidir. Yirminci yüzyıl başındaki ABD’li iktisatçılardan J. B. Clark tarafından ileri sürüldüğü gibi yapmak, yani “sürekli olarak daha fazla değirmenler üretecek olan değirmenler inşa etmek”; bu değirmenler tarafından yaratılan ürünlere yönelik yeterli tüketici talebinin yokluğunda, mümkün değildir.2
Tüketimin ve nihai olarak da yatırımın, gelir akışının en altında yer alanların harcamalarına ağır biçimde bağımlı olduğu bu koşullar altında, gerçek ücretlerdeki bir durgunluk ya da düşüşün, ekonomi için, toplam tüketim harcamalarını sınırlandırmak suretiyle kriz-eğilimleri yaratacağı doğal olarak varsayılabilir. Ücret-temelli gelirler üzerinde artan basınç konusunda hiçbir kuşkuya gerek yoktur. Gerçek ücretler, 1990’ların sonundaki küçük bir yükselmenin dışında, on yıllardır hareketsizdir. Tipik (orta-gelirli) aile bu durumu hane başına düşen işleri ve çalışma saatlerini artırarak tazmin etmeye çalıştı. Yine de, tipik hanenin gerçek (enflasyona uyarlanmış) geliri, 2004’e kadar geçen beş yıl içinde sürekli olarak düştü. Gelir diliminin en alttaki yüzde 95’i, 2003-2004 içinde gerçek ortalama hane gelirlerinin gerilemesine tanık oldu (en üstteki yüzde 5 ise, keskin kazançlar elde etti). 2005’te gerçek ücretler yüzde 0.8 oranında düştü.3
Makalenin devamı için tıklayın
Borç ve Spekülasyon Patlaması-Fred Magdoff
Durgunluk ve Finans
Harry Magdoff ve Paul Sweezy, 1970’ler ve 1980’lerde yayınlanmış olan bir dizi Monthly Review kitap ve makalesinde, olgun kapitalizmin genel ekonomik eğiliminin durgunluk yönünde olduğunu ileri sürmüşlerdi. 1 Kârlı yatırım fırsatlarının kıtlığı, bu eğilimin birincil nedeniydi. Üretken ekonomide (“gerçek ekonomi”) daha az yatırım yapılmasının anlamı, gelecekteki büyümenin daha düşük olmasıdır. Marks tam da bu fenomenin olasılığı hakkında yazmıştı:
Eğer bu yeni birikim, yatırım alanlarının mevcut olmaması sayesinde, yani üretim dallarındaki bir artığa ve kredi sermayesindeki bir arz fazlalığına bağlı olarak, istihdamında zorluklarla karşılaşacak olursa, kredi olarak verilebilir sermayedeki bu aşırı bolluk basit bir biçimde kapitalist üretimin sınırlarını gösterir… onun genişleme yasalarında, yani sermayenin kendisini sermaye olarak gerçekleştirebileceği sınırlarda sahiden de bir engel içkin olarak mevcuttur. (Karl Marks, Kapital, cilt 3, [International Publishers], 507).
Durgunluk, elbette, herhangi türden bir büyümenin asla mevcut olmadığı anlamına gelmez. Daha çok, ekonomi; kayda değer bir kullanılmamış üretken kapasite ile ciddi bir işsizlik ve eksik istihdamla birlikte potansiyelinin altında çalışır. Son otuz yıl içinde sanayi kapasitesinin ortalama yüzde 81’i kullanıldı ve son beş yıl içinde de bu ortalama, yalnızca yüzde 77 düzeyindeydi. Normalde iş çevriminin iyileşme evresinde bile, ciddi miktarda kullanılmayan üretken kapasite mevcuttur. 1960’ların ciddi büyüme yıllarında imalat sektörü sahip olduğu kapasitenin yaklaşık yüzde 85’i ile üretim yapıyordu; en iyi yıl olan 1966 yılında bile (Vietnam Savaşı sırasında), imalat üretimi kapasitenin yalnızca yüzde 91’ine ulaştı.
Emek kulanımı açısındansa, 2006 Haziran ayındaki resmi işsizlik oranı görece düşük bir düzey olan yüzde 4.8 civarındaydı. Ancak, Emek İstatistikleri Bürosu’nun; “resmi olarak” işsiz olanlar dışında, iş aramayı bırakmış olanlar artı kısmi zamanlı çalışıp tam zamanlı istihdam edilmek isteyenlerle ilgili bir değerlendirmesini de içeren “almaşık emek kullanımı ölçümü”, potansiyel iş gücünün yüzde 8’inin eksik istihdama tabi olduğunu ya da işsiz olduğunu göstermektedir. Durgun ve finans-tarafından yönetilen ekonomide, emek gücünün katılımındaki düşüş veri alındığında, bu oran bile eksik bir tahmin gibi görünmektedir. Almaşık işsizlik ölçümünde yer alan, “marjinal biçimde tutunmuş işçiler” kategorisine karşın, mevcut metodolojiler iş gücünden görünür biçimde düşmüş olan, ama aslında iş isteyen kimselerin oranını tam olarak kapsamamaktadır. Şimdiki dönemde, potansiyel işçileri emek havuzunun dışına doğru ittiren son derece derin, kronik bir cesaret kırıcı eğilim, yukarıya doğru hareket eden iş çevrimine rağmen devam ediyor gibi görünmektedir. Bu yüzden emek katılım oranları 2000’den bu yana düştü ki bu da İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde eşi benzeri olmayan ve büyük tartışmalara yol açan bir fenomendir. 2
Aslında, son resesyonun bitiminden bu yana, gerçek istihdamda elde edilen ortalama kazanım son derece yavaş oldu. Bir iktisat yazarı, Floyd Norris şöyle işaret etmektedir: “Önceki dokuz resesyondan sonra bu noktaya gelindiğinde, ekonomide mevcut olan işler, resesyonun sona erdiği dönemdekinin ortalama yüzde 11.9 daha fazla olurdu. Ama şu ana kadar [Ağustos 2006]… en son resesyonun sona erdiği andakinden yalnızca yüzde 3.5 daha fazla iş mevcut” (New York Times, 2 Eylül 2006). Yani, görece yumuşak bir resesyondan sonraki üç yıl içinde ile hâla ciddi durgunluk göstergeleri ile karşı karşıyayız.
Makalenin devamı için tıklayın
“Piyasa Ekonomisi” mi Oligopol-Finans Kapitalizmi mi?-Samir Amin
Piyasa Mitolojisi ve Kapitalist Gerçeklik
Kapitalizm ve piyasa ekonomisi, egemen politik çizgidekilerin ya da iktisatçıların inanmak istedikleri gibi eşanlamlı kavramlar değildir. Kapitalizmin bir sistem olarak kendine özgü karakteristiği üretim araçlarının özel mülkiyetine yaslanıyor oluşudur. Bu; tanım olarak mülkiyetin ayrıcalıklı bir azınlığa ait olması demektir. Bu özel mülkiyet biçimi (toprak sahipliğinden farklı olarak) on sekizinci yüzyılın sonundaki ilk sanayi devriminden günümüze gelene dek modern üretim teknolojileriyle ilişkili önemli aygıtlar üzerinde ayrıcalıklı haklara sahip olma şekline dönüşmüştür. Böylelikle mülksüzlerin büyük çoğunluğu emek güçlerini satmak zorunda kalmıştır: sermaye emeği istihdam eder, emeğin üretim araçları üzerinde söz hakkı yoktur. Burjuvazi/proletarya ayrımı kapitalizmi biçimlendirir; piyasa ise yalnızca sermayenin toplumsal iktisadının yönetilme şeklidir.
Bu tanım kapitalizmin özgüllüğünü “piyasa dahilinde” değil; “piyasanın ötesinde” özel mülkiyetin temsil ettiği “tekel” içine yerleştirir. Marx’a, ondan sonra gelen Braudel’e ve bir nebze de Keynes’e göre bu açık bir basmakalıp olgudur. Ne var ki; bugün, egemen ideoloji “piyasa”nın soyut anlamını ideolojik kaygılarla değiştirerek bu önemli olguyu görmezden gelmeye yeltenir.
Burjuvazi kapitalizmin gelişim sürecinde kendi kendine evrilmiştir. Hatta bu sınıf modern tarihin tüm evrelerinde kendisinin yeniden üretimini ve gelişimini sağlayan egemen iktisadi, toplumsal ve politik iktidar biçimlerini kolektif olarak kullanmış olsa da daima kendi içinde sarsılmaz bir hiyerarşiyi barındırmıştır. Bu sınıf içinde daima iktisadi sistemin egemen zirvesini yöneten bir takım hizipler olmuştur. Bu hizipler kimi zaman sınıfın tamamının üzerinde hegemonik bir iktidara sahip olabilmiş ve bazı durumlarda emeğin sömürülmesi aracılığıyla kolektif artı değere kalıcı bir “tekel rantı” olarak el koymuştur. Görünüşte bu rant piyasa mekanizmaları tarafından üretilmiştir. Ancak bu yalnız görünüştedir ve kaynaklardan rant elde edilmesini sağlayan asıl araç toplumsal ve politik tekelin kendisidir.
Belli koşullar altında; bu tekelin gücü mülkiyet sahibi “orta” (ve hatta alt) katmanın politik müdahalesiyle azaltılır. Bunun sonucunda halk sınıflarının meydan okumasını püskürtme ihtiyacına bağlı olarak daha kapsamlı bir burjuvazi işbirliği meydana gelir. Hatta bazı süreçlerde sistemin istikrarı için daha kapsamlı bir işbirliği arayışı geçici bir düzlemde işçilerin daha az zararına olacak biçimde bir “sermaye/emek toplumsal sözleşmesi”nin yolunu açar. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından oluşan refah devleti kapitalizmi bunun örneklerinden biridir. Bu nedenle gerçekten mevcut olan kapitalizmin somut tarihindeki her bir evreye ait olan özgül koşullar dahilindeki toplumsal ve politik çelişkileri belirlemek önemlidir. Belli bir evreye özgü karakteristikler hem üretim sisteminin içsel dönüşümünün (teknolojiler, sermayenin merkezsizleşmesinin seviyesi gibi) hem de ele alınan döneme özgü toplumsal ve politik güçlerin dengesinin karmaşık ürünleridir.
Makalenin devamı için tıklayın
Krizleri Kıyaslamak: 1930’lar, 1970’ler ve Bugün-İngo Schmidt
Wall Street, bir patlama bir çöküntü derken, herkesi meşgul etmeye devam ediyor. Herkes bugünlerde ABD hükümetinin 700 milyar dolarlık kurtarma planını konuşuyor. Lehman Brothers isimli yatırım bankasının iflasının ardından, bir sonraki kim olacak sorusu en önemli soru durumundaydı. Geçen ay ise aynı sorunun yerinde, düşen petrol fiyatlarının mı yoksa yükselen ABD dolarının mı bir sonraki genişleme göstergesi olacağı yolundaki spekülasyonlar vardı. Geçen yıl, tam şimdi olduğumuz yerdeydik: Finansal kargaşanın ABD ve dünya ekonomilerinde daralma yaratıp yaratmayacağına dair korku ve endişeleri konuşuyorduk. Bir yıl içinde petrol fiyatları rekor yüksekliklere ulaştı (Temmuz’da varil başına 143,73 dolar), ABD doları rekor düşüşler yaşadı (Nisan ayında 1 Avro başına 1,60 dolar) ve ABD finans sermayesinin eski amiral gemisi yatırım bankacılığı tamamen battı.
Bearn Stearns ve Merrill Lynch, sırasıyla, JP Morgan Chase ve Bank of America tarafından satın alındı. Bu son ikisi, yatırım bankası değil, ticari bankalar. Bu da bankacılık düzenlemelerine tabi oldukları ve işlerini yatırım bankalarının yaptığı gibi, sermaye piyasalarında menkul kıymet alıp satmak yerine, merkez bankasından alınan paralarla yeniden finans edebildikleri anlamına geliyor. Goldman Sachs ve Morgan Stanley, Lehman Brothers’ın savunmasız biçimde sermaye piyasası selinde kaybolmasından sonra Fed’in şemsiyesi altına sığındılar. ABD’deki yatırım bankacılığının ortadan kalkmasına ve daha geneldeki küresel finansal istikrarsızlığa Washington, Frankfurt, Tokyo ve Londra’daki devlet ve merkez bankası müdahaleleri eşlik etti. En önemlileri Fannie Mae, Freddie Mac ve AIG olmakla birlikte, hiç de bunlarla sınırlı olmayan finansal kurumlarla mortgage şirketlerine yönelik geniş çaplı kurtarma operasyonları ve hükümet alımları paralelinde açılan kamu harcaması paketleri, ABD’nin sosyalizme doğru ilerlediğini sanan muhafazakâr mali çevrelerden yükselen homurtulu yorumlara neden oldu. Gerçekten de, bu arkadaşlar sıkıntılı günler geçiriyor olmalılar.
Fikirlerin Krizi: Neo-liberalizm, Neo-Keynesçilik ve Sosyalizm
1940’ların sonlarında neo-liberal baş yönetici Joe Schumpeter, ekonomik gelişmeyi “sosyalizme doğru giden [durdurulamaz bir] yürüyüş” [1] olarak adlandırarak Amerikan Ekonomi Birliği’ne iyi bir şok yaşatmıştı. Milton Friedman, Schumpeter’ın genç öğrencilerinden bazılarını, sosyalist Serfliğe Doğru Giden Yol’da bir u-dönüşünün yaşanması anlamına gelen neo-liberal projenin öncü gücü haline gelecek ve 1970’lerden bu yana da gerçekten öncü gücü haline gelen bir kadroyu eğitmek üzere bir araya topladı[2]. Bu kadrolar insan ırkını yeniden özgürlüğün, girişimcilik ruhunun, özel mülkiyetin ve kârın dünyasına döndürecekti. Önde gelen daha birçok siyaset ve ekonomi figürünün yanı sıra, George Bush’un Hazine Bakanı ve günümüzün 700 milyar dolarlık banka kurtarma operasyonunun mimarı Hank Paulson ve Barrack Obama’nın kilit ekonomik danışmanlarından birisi ve Bill Clinton döneminin eski Hazine Bakanı olan Robert Rubin, bu öncünün üyeleri olarak yetiştirildiler.
Makalenin devamı için tıklayın
Para ve Meta Analizinde Finans Kapital-Fuat Ercan
1. Giriş
1.1970’lerden itibaren dünya ekonomisinde başlayan değişim/bunalım eğilimlerinde, parasal değişkenler belirleyici olmaya başlamıştır. Bunalımın açığa çıkışında belirleyici olan parasal değişkenler, bunalıma karşı geliştirilen bütünsel yeni mekanizmalarda çok daha önemli bir dizi yeni işlev yüklenmiştir. Kriz ve yeniden yapılanma süreci, aynı zamanda ekonomik ilişkilerde süregelen güç ilişkilerinin de farklılaşarak değişmesine yol açmıştır. Para kavramı ve dolayısıyla para-sermayesinin belirleyici olduğu bir dönemde, güç ilişkilerinin tanımlanmasında para-sermayesi özel bir önem kazanmıştır. Güç ilişkilerinin analizi için önemli bir kavramlaştırma olan finans-kapital kavramı, bu önemine karşılık akademik dünyada genellikle pek fazla dikkate alınmamış ya da finans kapital kavramı, finansal kuruluşları ifade etmek için kullanılmıştır. Diğer yandan marksist yazın ise, kavramı daha çok banka ile endüstriyel sermaye arasındaki bütün
leşmeler dolayımında Hilferding’in ya da Lenin’in kullandığı anlamda kullanmaya devam etmiştir. Finans-kapital kavramının akademik ve marksist yazında pek fazla dikkate alınmamasının bir çok nedeni olmakla birlikte, her iki ele alış açısından ortak olan eğilim, ekonomik ilişkilerin analizinde ampirizmin belirleyici olmasıdır. Oysa finans-kapital kavramının anlaşılır olması için, kapitalist ekonomik ilişkilerde belirleyici olan para ile meta arası ilişkilerin, değer kavramı dolayımında yeniden tanımlanması, yani soyutlama dolayımında sisteme içkin olan mekanizmaların, içsel ilişkilerinin açığa çıkarılması gerekiyor. Böyle bir çaba, sonuçta meta ile para arasındaki ilişkilerin çok daha somut biçimi olan sermaye birikiminin sosyal-toplam süreci içinde ele alınmasına olanak verecektir.