3 Eylül akşamı aklımda kongre sayfasından Adorno’nun “bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar” sözü, bugünü anlamak anlamlı çağrısının heyecanıyla Karaburun’a gitmek üzere İzmir’e doğru yola çıktım. Bu yıl üçüncüsü düzenlenen Karaburun Bilim Kongresi’ne ilk kez dinleyici öğrenci olarak katılacaktım. Ertesi gün İzmir Üçkuyular garajından 1,5 saatlik dönemeçli bir yolun ardından Karaburun merkezde indiğimde saat öğleni bulmuştu. […]
3 Eylül akşamı aklımda kongre sayfasından Adorno’nun “bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar” sözü, bugünü anlamak anlamlı çağrısının heyecanıyla Karaburun’a gitmek üzere İzmir’e doğru yola çıktım. Bu yıl üçüncüsü düzenlenen Karaburun Bilim Kongresi’ne ilk kez dinleyici öğrenci olarak katılacaktım. Ertesi gün İzmir Üçkuyular garajından 1,5 saatlik dönemeçli bir yolun ardından Karaburun merkezde indiğimde saat öğleni bulmuştu. Yol yorgunu ve açtım, karşımda gördüğüm ilk çay bahçesine oturdum. Kahvede birçok insan toplanmıştı. Kayıt masası ortadaydı; kahvenin bir ucunda zeytincilikle ilgili ilk toplantı yapılıyordu.
Bir kahvaltı ısmarladım. Adı “Nergis” olan yerin işletmecisi olduğunu tahmin ettiğim modern görünümlü biri yanıma gelip benimle henüz ilgilenip ilgilenmediklerini sordu, başımla onayladım. Ankara’da özellikle kışın özlemini duyduğum kırmızılık ve sululukta tekerlek şeklinde dilimlenmiş domatesleri İzmir tulumu eşliğinde keyifle yedim. Kalacağım yeri arayıp geldiğimi haber verdiğimde pansiyon sahibi üniversite öğrencisi oğlunu beni almaya yolladı. Özen ve sevgiyle oluşturulmuş morun tonlarıyla bezeli bir bahçenin ortasındaki iki katlı Rum yapısının arkasında kalan tek katlı pansiyondaki basit ve temiz odaya yerleşip birkaç saat uyudum.
Akşamüzeri komşu ilçe Mordoğan Belediyesi’ndeki açılışta önce resmi konuşmacılar kısaca kongre ve ilçe ile ilgili olumlu görüş ve beklentilerini paylaştılar. Birçoğunun konuşmasında ticari bilgi ile kamusal bilgi ayrımına vurgu vardı. Ticari bilgi kaynağı olarak günümüzde yaygın bir durum olan proje üniversiteciliğine ve Adorno’nun ışığında bunun tehlikelerine işaret edilirken, bunun tersi olan halktan yana bilgi üretimine Karaburun örnek gösterildi. Belli ki bu çabayı gölgelememek için, kongrenin ticari destekleyicisi olmadığını düzenleme kurulu adına Aydın Arı özellikle belirtti. Öğrencilerin ve devlet üniversitesinin kaynak sorununu çarpık bir şekilde çözmekten öte gitmeyen, ülkenin iç dinamiklerini birinci elden dış merkezlere açan uluslar arası kuruluşların projelerinde asistanlık yapmış biri olarak, bu yorumları içtenlikle paylaştım.
Bugünü anlamak için öncelikle bugünün ekolojik hâkim (Bob Jessop) düzenini çözümleme gereğine uygun olarak açılış oturumu “Kapitalizmi Anlamak” başlığı altında düzenin ekonomik (Ahmet Haşim Köse), sosyalizmle bağlantılı (Sungur Savran), toplumsal (Ahmet Öncü), ve yaşama ‘hakkı’ ile ilgili (Cem Terzi) yönlerini irdeleyen tarihsel materyalist sunumlar içeriyordu. Her birini kısaca özetlersek; Ahmet Haşim Köse krizlerin maliyetini ödemekle ilgili küresel adaletsizliğe dikkat çekti ve 3. Dünya’nın en azından ideolojik anlamda bu ödemeyi reddinin önemine değindi. Ahmet Öncü, kapitalizmle yükselişe geçen kimlik ayrışmalarının çözümünün özel mülkiyetin (özel mülkiyetin karşılığı “property” sözcüğünün, aynı zamanda özellik anlamına da gelişi ile ilgili sözcük oyunu yaptı) ortadan kalkmasının getireceği maddi özgürleşme temelinde yattığını ileri sürdü. Cem Terzi sağlıklı yaşamın “hak” olarak nitelenmesiyle ilgili çekimserliğini paylaştı; ardından, kapitalizmin etkisiyle Afrika ve Güney Asya’nın insanca yaşamdan yoksun olduklarını, örneğin burada yaygın olan AİDS’in bu bölgelerin bir kaderi değil, yetersiz çevre koşullarının tetiklediği bir hastalık olarak görülmesi gerektiğini aktardı. Terzi son olarak, düzen adamlarının sorgulamadan uzak bön bakışlarından duyduğu kişisel rahatsızlığı paylaşınca salondan kahkahalar yükseldi.
Sungur Savran, Post-Fordizm’in teknolojik indirmeciliğine karşın, yeni-liberalizmin bir sınıf mücadelesi olarak anlaşılabileceğini ve kapitalizmin bir kapalı-devre olarak değil, ancak 20. yüzyıl sosyalizminin öyküsü içinde kavranabileceğini söyledi. Post-modernizmin karşı olduğu büyük anlatının özünde Marksizm olduğunu açıkladı. Salondaki bir grup genç kadının sunum yapanlara yönelik akademik tutuculuk eleştirisi üzerine, Marksizm’in özneyi ya da kadını açıklamak için hiç de onların iddia ettiği gibi post-modernizme ihtiyaç duymadığı, üstelik bugünkü yenilik fetişçisi akademinin bir “itaatsizleri öğütme yeri” olduğu görüşlerini paylaştı.
Bu doyurucu başlangıçtan sonra yeni tanıştığım siyaset bilimci bir arkadaşla saatin geçliğine karşın balık yeme hayaliyle açlığımızı yatıştırmaya çalışarak İskele koyuna yöneldik. Ne bulabileceğimizi tam kestiremeden, kendi açımdan bir de merkeze geç saatte yalnız dönüş endişesi taşıyarak 20 km. yol gittik. Aynı sabahki gibi zor bir yolculuktan sonra yere ayak basıp da burnuma dağ kekiği kokuları çarpınca kendime geldim. İskele iki üç balık lokantası ve kahvesi olan kapalı bir koy; koyun ortasında küçük bir kayalık yükseliyor. Önümüze çıkan kalabalık ilk balık lokantasının deniz kenarındaki örtülü masalarından birine oturduk. 10YTL’lik salata-balık menüsünden birer tane istedik; arkadaşım rakı içti. Bu fiyat için hizmet kalitesi beklentimizden yüksekti. Ekmekler ızgarada kızartılmış, rakı sek getirilmişti; leziz malzemeleriyle salata büyük bir kayık tabak dolusu ve temizdi. Böylece ilk gün yorgunluğumuzu gideren güzel bir gece geçirdik.
Cuma, Cumartesi ve Pazar çalışma gruplarının sunumları ve kapanış forumu dışında toplam yirmi oturum yapıldı. Çok çeşitli açılardan kapitalizm ele alınarak bugünü anlama hedefine yaklaşıldı. Bu amaçla işlenen konular arasında bazı ana başlıklar şunlardı: emek; mekân; ideoloji; gündelik hayat; siyasal İslam; öteki; sağlık ve piyasa; küreselleşme; sanat ve piyasa; Latin Amerika ve sosyalizm; sınıf mücadelesi; eğitim; tarım.
Disiplinli katılımcılar günde üç grup altında ve her birinde üçer tane yapılan oturumların birçoğunu izlediler, notlar alıp oturum sonlarındaki heyecanlı tartışmalarda söz aldılar. Benim gibi aklı denizde kalan acemiler ise oturumların en çok ilgilendikleri birkaçına katılıp fırsatını bulur bulmaz doğanın bugünü anlamak denli etkili çağrısına uydular. Deniz sevenlerini Eylül ayında sıcaklık kıvamını bulmuş en dost haliyle karşıladı ve kaytarmacılıklarının duyunç sancılarını hafifletti.
Katıldığım oturumlardan bazılarında aldığım notları paylaşmak istiyorum. “Farklı “Ölçeklerde” Bugünü Anlamak: Kapitalizm ve Mekân” başlıklı oturumda Emel Akın deneyimli bir öğretmenin ustalığıyla, Ankara kentinin tarihsel süreç içerisindeki dönüşümünü üç dönemde anlattı: 1923-54; 1954-80 ve 1980 sonrası dönem. Bu sınıflandırmaya göre, ilk tarih aralığının devlet sermayesi yoluyla kamu yapıları kazandırılmış kenti, orta dönemde planlı ekonomi ile birlikte sınaî birikimin mekânsal engellerini gidermek için biçimlendirilmiş, 1980 sonrasında ise ülkedeki genel ekonomik değişimle eş zamanlı olarak devletin rolündeki gerilemeye, aşırı birikim krizindeki sermayenin yapılı çevrenin artı-değerine göz dikmesi eşlik etmiştir. Akın, 90’lı yılların kentsel dönüşüm projelerini, onları temellendirecek toplumsal ve ekonomik dönüşümlerin eksikliğine dikkat çekerek ‘dönüşmeyen kentsel dönüşüm projeleri’ olarak nitelendirdi. Günümüz Ankara’sında lüks konutlar ve gecekondular kutuplaşmasına, böylece ortak akıl mekânlarının yok edildiğine değindi. Ortak noktası getirim olan dönüşüm ve yeni gelişim alanlarına sırasıyla Çukurambar ve Çayyolu’nu örnek verdi. Yüksek yoğunluklu olarak nitelediği yüksek, garajlı konutları kendine kapalı konutlar olarak adlandırarak, kapitalizmin politikasızlık politikası çerçeves
inde ele aldığı konutun ideolojik boyutunu konut sahibi olmak için çalışmak düşüncesiyle pekiştirdi.
“Ütopya ve Piyasa Arasında Sanat” başlıklı Cumartesi sabah oturumunda Barış Yıldırım, sanatın piyasa ile ilişkisinden doğan sonuçlar üzerinden bugünü anlamaya çalıştı. Yıldırım, güncel sanattaki aşırı üretim krizine işaret ederek Adorno’nun kitle kültürü endüstrisi aracılığıyla sanatta eşbiçimleşme öngörüsüne katılmadığını aktardı. Benim Emek ve Beyoğlu sinemaları örneği üzerinden çeşitliliğin korumacılığında eksik kalındığı eleştirimi düşüncesinden salt olumlu bir çeşitlilik anlamamız gerektiğini söyleyerek yanıtladı. Aynı oturumda Özgür Başkaya bir politik bildiri okurcasına yaptığı, tepki gösteren sunumunda sanatçı etiğini vurgulamak üzere Orhan Veli’nin paradan bağımsızlığını dile getirdiği bir dizesine gönderme yaptı. Kültür ve sanatı emekçi halkla iletişim kurmak için vazgeçilmez bir araç olarak niteledi.
Aynı oturumda Sırma Altun’un Ece Ayhan’ı yer altı edebiyatı açısından incelediği çalışmasına getirilen yorumlar sırasında söz alan Barış Yıldırım yer altı edebiyatının sunumda ima edildiğinin aksine düzene acınası düzeyde muhalif olduğunu, hatta ona çok kolay eklemlendiğini belirterek, buna yer altı edebiyatında sınıfsal temelin eksik olmasını gerekçe gösterdi. Bir kitapsever olarak yer altı edebiyatından habersiz olmamın şaşkınlığıyla düzenin sıradan uyumlu yurttaşını kentin varoş arka sokaklarında yitirtmekte usta Paul Auster’ın bu akımın neresinde duruyor olabileceğini düşündüm. Belki de hiçbir yerinde ama Barış’ın sınıf dışılık eleştirisi aklıma yattığından bu soruyu araştırmayı şimdilik erteledim.
Bunun dışında, uslanmaz bir tembel (ya da İskele koyunda bir gece doğaçlama oluşturduğumuz düşünce çemberinde bir akademisyenin öncülüğünde kendimize bahşettiğimiz gibi filozof) olarak akşamüstü kaytarmalarımı Nergis’in tepe ve deniz görünümünü karşıma alıp öykü okuyarak, arada zamanı fotoğraflayarak değerlendirdiğimi iletsem, emeği geçen arkadaşlar, beni bağışlar mısınız?
Meriç Kırmızı – ODTÜ Sosyoloji
meric.kirmizi@superonline.com