Tayyip Erdoğan’la Aydın Doğan arasındaki kavga, Erdoğan’ın, daha önce eşi görülmemiş bir şekilde Doğan matbuatını boykot çağrısında bulunması ile yeni bir evreye taşındı; bu açıklamanın ardından kısa vadede bir uzlaşma beklememek gerekiyor taraflar arasında. Doğan matbuatı meseleyi politik boyutlarını geçiştirerek, Deniz Feneri’ndeki yolsuzluğun üzerine gitmesiyle alakalı ya da Erdoğan’ın desteklediği sermaye grupları ile Doğan sermayesi […]
Tayyip Erdoğan’la Aydın Doğan arasındaki kavga, Erdoğan’ın, daha önce eşi görülmemiş bir şekilde Doğan matbuatını boykot çağrısında bulunması ile yeni bir evreye taşındı; bu açıklamanın ardından kısa vadede bir uzlaşma beklememek gerekiyor taraflar arasında.
Doğan matbuatı meseleyi politik boyutlarını geçiştirerek, Deniz Feneri’ndeki yolsuzluğun üzerine gitmesiyle alakalı ya da Erdoğan’ın desteklediği sermaye grupları ile Doğan sermayesi arasındaki bir mücadele olarak lanse etmeyi tercih etse de yandaş medya bu mücadeleyi bambaşka bir şekilde anlamlandırıp muhafazakâr halk kitlelerine öyle sunuyor.
Yansıtma biçimlerinden ilki, artık bir Türk muhafazakârlığı klasiği olduğunu bildiğimiz, ülke tarihinin vesayetçilikle demokrasi güçleri arasındaki mücadele üzerinden okumasına dayanıyor. Buna göre kavga Erdoğan’la Aydın Doğan arasında değil, milletin iradesini temsil edenlerle, demokrasi yanlılarıyla, vesayetçi rejimi savunan ve halkı küçümseyen laikçi elitler arasında vuku buluyor.
Örneğin, Gülen cemaatinin en önemli isimlerinden Hüseyin Gülerce, Zaman’daki 19 Eylül tarihli yazısında şöyle diyor: “Velhasıl, kavga Doğan-Erdoğan kavgası değildir. Millet iradesiyle, bu ülkede seçilmişleri vesayet altında tutmakta direnen Cumhuriyet elitlerinin mücadelesidir. Aydın Doğan ve Tayyip Erdoğan isimleri, bu mücadelenin bugünkü sembolik isimleridir. Ancak Erdoğan, millet iradesini savunma konusunda, kendinden öncekilerden daha sağlam ve kararlı duruyor. Üstelik dış konjonktür de onun lehinde. Bu iktidar döneminde, bölgesinde itibarı ve gücü giderek artan bir Türkiye var ve dünyada artık demokrasiden geriye dönüş yok.”
Yansıtma biçimlerinden ikincisi ise yalnızca muhafazakârlıkta değil, Türk Sağı’nın bütün bileşenlerinde görülen komplocu bakış açısına dayanıyor. Kimi zaman komünistler, kimi zaman masonlar, kimi zaman tapınak şövalyeleri, Türk devletinin ve İslam’ın güçlenmesini engellemek için sinsi planlarını devreye sokuyor ve bunu başarıyorlar da.
Buna göre hem Deniz Feneri davası hem de dava ile ilgili olarak Doğan Matbuatı’nın takındığı tutum Alman devletinin Türkiye’ye ve AKP’ye kurmuş olduğu bir komplonun parçası; komplonun nedeni ise AKP hükümetinin son dönemde kendi bölgesinde yürüttüğü aktif dış politika. Buna göre; Almanya özellikle Rusya-Gürcistan savaşı esnasında Türkiye’nin yürüttüğü ABD-İsrail eksenli dış politikadan rahatsız ve bu nedenle de AKP hükümetinden kurtulmak istiyor, bunun için ise Alman sermayesi ile çok yakın ilişkileri olan Doğan Matbuatını kullanıyor.
Muhafazakâr cenahın komplo teorisi üstatlarından Taha Kıvanç mahlaslı Fehmi Koru, 8 Eylül’de Yeni Şafak’taki “Almanlar Bunu Hep Yapıyor” isimli yazısında, Alman devletinin 28 Şubat sürecinde Refahyol hükümetinin devrilmesinde de önemli rol oynadığını iddia ediyor. Koru’ya göre 1997 yılında koalisyon ortağı DYP’nin genel başkanı ve aynı zamanda dışişleri bakanı olan Tansu Çiller’in adının Almanya’da görülmekte olan bir uyuşturucu kaçakçılığı davasına bulaştırılmasıyla “Refahyol iktidarı sırasında ve 28 Şubat’tan sadece bir ay önce, Türk iç siyasetini derinden etkilemeyi başarmıştı Almanya.” Dolayısıyla, bugün de benzer bir süreçten geçiliyor ve Almanya AKP iktidarını devirmek istiyor.
Başka bir Zaman yazarı Mehmet Yılmaz ise meseleyi “tarihsel boyutuyla” ele almayı tercih etmiş 19 Eylül günü yazdığı “Kripto ve İçimizdeki Almanlar” isimli yazısında. Yılmaz, Osmanlı-Prusya ilişkilerinden söz edip Almanya’nın geçmişten bugüne bir nüfuz politikası izlediğini ve Deniz Feneri hadisesinin de ancak bu bağlamda anlaşılabileceğini iddia ediyor. (Yaratıcılığı biraz daha gelişmiş olsaydı, Yılmaz, Almanlarla İttihatçılar arasındaki ilişkiden söz edip, Ergenekon’un İttihatçı zihniyetin bir devamı olduğunu ve Alman devleti ile Ergenekoncular arasında bir ilişki bulunduğunu iddia edebilirdi, önümüzdeki günlerde muhafazakâr medyada bu tür senaryolar görürsek şaşırmayalım.) Yılmaz da tıpkı Koru gibi yakın tarihten bir örnek veriyor; bu sefer düşürülen ise DSP-MHP-ANAP koalisyonu. Buna göre, Almanya’da Doğan grubuna ait baskı tesislerinin açılışında yeni hükümet senaryoları konuşuluyor ve hemen ardından Bahçeli erken seçim kararı alıyor.
Yılmaz 12 Eylül tarihli yazısında ise AKP’nin izlediği dış politikaya vurgu yapıyor ve “Kriz alanlarına müdahil olan, birbirine ‘düşman’ ülkeleri, milletleri, etnik ve dinî grupları barıştırmaya çalışan, çatışma alanlarını mümkün mertebe barış vahalarına dönüştürme gayreti içinde olan bir ülke” olarak tarif ettiği Türkiye’nin Almanya-Rusya-İran eksenini ABD ve İsrail ile birlikte dengeleyebilecek tek güç olduğunu söylüyor.
Hem Koru’nun hem de Yılmaz’ın tezleri basitçe reddedilebilecek tezler değil; sahiden de Deniz Feneri’nin ve Erdoğan-Doğan kavgasının uluslararası bir boyutunun olduğunu düşünmek durumundayız. Ancak burada bir mesele var: “Ermenistan Açılımı’nın Ardından” isimli yazıda da belirttiğimiz üzere AKP dönemi dış politikasının emperyalist merkezlerden bağımsız bir veçheye kavuştuğu muhafazakâr bir efsaneden ibaret; dolayısıyla Erdoğan-Doğan kavgasını Gülerce’nin “atanmışlarla seçilmişlerin kavgasının bir yansıması” şeklindeki muhafazakâr tez üzerinden okuyamayacağımız gibi, “küresel merkezlere bağlı olanlarla onlardan uzaklaşmayı tercih edenler arasındaki bir kavga” şeklindeki bir diğer muhafazakâr tez olarak da okumamız mümkün görünmüyor.
Kavganın nedeni daha çok, başbakanın yakını olan sermaye gruplarına dağıttığı ulufe ve verdiği imtiyazların kendisine de verilmesini isteyen Aydın Doğan’ın Erdoğan’a ve Deniz Feneri skandalının partisini ve kendini yıpratacağını hesap eden Erdoğan’ın, geçmişten beri kullandığı mağduriyet silahını bir kez daha kullanmak ve statükoya kafa tutan Anadolu çocuğu imajını devam ettirebilmek için Doğan’a karşı bir stratejik hamlesi gibi görünüyor. Kısa vadede değilse de, çok da uzak olmayan bir gelecekte, düşük yoğunluklu bir şekilde de olsa bir uzlaşmaya gideceklerini öngörebiliriz; çünkü iki taraf da birbirini imha edebilecek kadar güçlü olmadığı gibi, ikisi de öteki tarafından imha edilebilecek kadar güçsüz değil.
Kavganın bizi, solu “esastan” ilgilendiren yanı ise elbette ki Deniz Feneri skandalı. Bu skandal, iktidara geldiği günden bu yana AKP’yi vurabilecek en etkili silah olarak karşımızda duruyor; çünkü meselenin çok açık bir sınıfsal boyutu bulunuyor, gericilikle, liberalizmle ve muhafazakârlıkla iç içe geçmiş bir boyut bu.
Deniz Feneri, Bosna için toplanan paralardan Yimpaş ve Kombassan’a uzanan yolsuzluk çizgisinin AKP dönemindeki en önemli hadisesi ve bir devamlılığa işaret ediyor. Bu, AKP’nin kendisini sürekli dışında tutmaya özen göstermesine rağmen, Türk Sağı ile yolsuzluk arasındaki ebet müddet aşktan kaçamadığı anlamına geliyor.
Deniz Feneri, liberalizmle muhafazakârlığın ittifakından doğan ve AKP döneminin alamet-i farikası olan sosyal devletin yerine sadaka müessesesinin getirilmesi ve gelirin bölüşümünün zenginlerin insafına bırakılması olgusunun sorgulanması için de bir olanak sağlıyor. Devletin küçültülüp, boşalan alanların tarikatlar, cemaatler, mafyatik yapılanmalar tarafından doldurulduğu ve bir sadaka toplumunun yaratıldığı günümüz Türkiyesi’nde liberal-muhafazakâr ittifakla hesaplaşmak için Deniz Feneri bir çıkış noktası olma niteliği taşıyor.
Deniz Feneri, günümüz Türkiyesi’nde kapitalizme karşı mücadele etmenin, hem
gericiliğe hem de toplumun muhafazakârlaştırılmasına karşı durmaktan ayrıştırılamayacağını ve elbette ki gericiliğin ve muhafazakârlaşmanın karşısında olduğunu iddia edenlerin kapitalizme de karşı olmadıkça bu iddiaların hiçbir anlamı olmayacağını gösteriyor.
AKP il binasının önünde, Meclis kapısında ve Deniz Feneri standlarında “aklamıyoruz haklıyoruz” diyenler çok doğru bir iş yapıyor. Bu doğru işin solun geri kalanıyla ortaklaştırılması ve kitleselleştirilmesi gerekiyor.
Fatih Yaşlı
fatih_yasli@yahoo.com