Bir yıl önce, geçen hafta, ABD eşik altı ev piyasalarından ekonomiye sıçrayarak yayılmaya başlayan mali krizi tüm hızıyla devam ediyor. ‘Başlangıcın sonu bile değil’ Krizin birinci yılı tamamlandığında, Dow Jones, Financial Times, Financial Times Euro 300 ve Nikkei gibi endekslerin hepsi yüzde 20’den fazla değer kaybederek “ayı piyasaları” alanına girmiş, mali sektör hisse senetleri de […]
Bir yıl önce, geçen hafta, ABD eşik altı ev piyasalarından ekonomiye sıçrayarak yayılmaya başlayan mali krizi tüm hızıyla devam ediyor.
‘Başlangıcın sonu bile değil’
Krizin birinci yılı tamamlandığında, Dow Jones, Financial Times, Financial Times Euro 300 ve Nikkei gibi endekslerin hepsi yüzde 20’den fazla değer kaybederek “ayı piyasaları” alanına girmiş, mali sektör hisse senetleri de yüzde 50’den fazla değer kaybetmişlerdi. Bu arada petrolün varil fiyatı, 140 dolar seviyesini aşarak, 1979 (İran Devrimi) krizinin zirve noktasının yüzde 20 üzerine tırmandı, gıda fiyatlarındaki artış bir gıda krizine yol açtı. Dünya ekonomisinde hem durgunluk hem de enflasyonist eğilimler birlikte gelişmeye başladı.
Merkez bankaları krize, önce piyasalara likidite basarak müdahale etmeye çalıştılar, faizleri indirmeyi denediler. Enflasyonist basınç artarken bu kez, krizin aslında bir kredi krizi olduğunu itiraf ederek, ilk kez doğrudan kurtarma işlemlerine başladılar. ABD Merkez Bankası, kurtarma işlemini 70 yıl sonra ilk kez banka dışındaki özel sektör mali kuruluşlarını kapsayacak biçimde genişletti.
Ancak bu müdahaleler de piyasaları yatıştırmıyor, aksine “sorunlar galiba sanılandan daha büyük” algısını güçlendiriyordu. Nitekim Kirizin 1. yıldönümüne geldiğimizde, ABD Merkez Bankası Guvernörü ve Maliye Bakanınını Meclis komisyonunda senatörlere, ABD ipotek piyasasının en büyük iki kuruluşu toplam 5 trilyon dolarlık ipotek portföyüne sahip, Fannie Mae and Fredie Mac’i nasıl kurtaracaklarını anlatırken buluyorduk.
Bir yıl içinde çok şey değişmişti. Ama hâlâ, Financial Times’tan Martin Wolf’un deyimiyle, krizin “büyük olasılıkla henüz başlangıcının sonunu bile geçmemiştik.” (15/07/08). Dahası, artık bu krizin sıradan bir düzeltme, bir dalgalanma olmadığı belli olmuştu ve hâlâ nedenleri üzerinde bir anlayış birliği yoktu. Bu anlamda dünya ekonomisini yönetmeye çalışanların önlerini doğru dürüst göremeden, gördüklerini de tam olarak anlamlandıramadan ilerlemeye çalıştıklarını söylemek abartılı olmaz. Krizin 1. yıldönümünde, içinde bulunduğumuz konjonktürün en önemli özelliği “belirsizlik”.
Bu kriz o ‘kriz’ mi?
Bir yıl önce bu soruyu ilk sorduğumuzda (27/08/07), aklımızda örnek olarak, dünya ekonomisinin yönetim modelini, ideolojisini ve siyasi dengelerini altüst eden büyük bunalım (1929- II. Dünya Savaşı, hegemonya değişimi) vardı. Şimdi gelinen noktada artık, “evet bu kriz o ‘kriz’ ” diyebileceğimize inanıyorum. Bu saptamaya ilişkin tüm gerekçeleri bu yazıda ele almak olanaklı değil, ama sanırım üçüne kısaca değinebiliriz.
(1) Kriz yayılıyor: Önce ABD ekonomisi mali krizin etkisiyle durgunluğa girdi. Salt ev piyasası, finans sektörü değil, inşaat, otomotiv, havacılık, beyaz eşya, demir çelik, otel-lokantacılık gibi çok önemli sektörler resesyona (daralma) girdiler. Geçen hafta Time’dan Peter Gumbel, daha bir ay öncesine kadar IMF’nin “uluslararası ekonomide bir istikrar alanı” olarak nitelediği Avrupa ekonomisinin nasıl hızla gerilemeye başladığını ayrıntılı bir biçimde belgeliyordu. Özetle Avrupa’da maliyetler artıyor, talep düşüyor, atıl kapasite sorunu ağırlaştırıyor, Avro’nun değerinin yüksek düzeyde seyrediyor olması, ihracatı zorlaştırıyor. Avrupa Merkez Bankası’nın enflasyonla mücadeleye öncelik vermesi sorunları ağırlaştırıyor. İrlanda, İngiltere, İspanya başta olmak üzere, Avrupa ev piyasalarında ABD ev piyasasındakine benzer bir senaryo gelişiyor. Danimarka resmen resesyonda, İngiltere resesyona giriyor. Alman “iş çevreleri güven endeksinde” büyük düşşler gözleniyor (Time, 09/07/08). Geçen hafta Financial Times’in bildirdiğine göre, dünyanın ikinci büyük ekonomisi Japonya’da Merkez Bankası büyüme hızı beklentisini yüzde 1, düzeyine çekerek aşağı doğru revize etmeye devam ediyordu. Çin ekonomisi de yavaşlama işaretleri veriyor. Gelişmekte olan ülkelerin de hızlı büyüme görüntüsü bozuluyor, Merryll Lynch’in temmuz araştırmasına bakılırsa, stagflasyon içine düşmeye başlıyorlar, riskler hızla artıyor.
(2) Yönetim modeli sorunu oluşuyor: Kriz başlar başlamaz, ekonomiyi yönetenler, ellerindeki alet çantasının artık işe yaramadığını dehşetle gördüler. Bunun en önemli göstergesi merkez bankalarının, mali sistemin çöküşünü önlemek amacıyla piyasalara doğrudan müdahale etmeye, olağanüstü kurtarma operasyonlarıyla kimi büyük mali kuruluşların zararlarını kamulaştırmaya başlamalarıydı. Ancak bu süreç iki gerçeği açığa vurdu: Birincisi, geçen 30 yılın neoliberal ekonomi politikaları beklenen sonuçları yaratmıyor, aksine krizi ağırlaştırıyor (enflasyon, ekonomik durgunluk). İkincisi, böylece 30 yıllık modelin en temel iki varsayımı giderek daha çok eleştiri altın girmeye, bir anlamda “ideolojik bir kriz” gelişmeye başladı. Bunlarda biri “serbest piyasa ekonomisine”, ikincisi de küreselleşmeye aitti.
(3) İdeolojik, ahlaki kaygılar: Örneğin geçen hafta, Washington Post yorumcularından E.J Dionne Jr, “kapitalizmin gerçekle karşılaşması” başlıklı yazısında, “Reagan döneminden bu yana serbest piyasa klişeleri gelişkin teori olarak sunuluyordu. Şimdi kriz içinde bunlar teker teker çöküyorlar; tutucular bile kapitalizmin hasta olduğunu kabul ediyor”, dedikten sonra, kriz başlayınca rafa kaldırılan, “regülasyon sorundur, deregülasyon çözümdür”… “serbet ticaret kaynakları en iyi biçimde dağıtır” ve “kapitalizmde riski alan kârı da, zararı da üstlenir” savlarını anımsatıyordu. Mali araştırma şirketi Graham Fisher’in direktörü Josuha Rosner’in Financial Times’daki “Elveda Kapitalizm” başlıklı yazısı da bu konuyla ilgiliydi. Rosner, “kapitalist ekonomide kazananların kazançlarını alması, kaybedenlerin de zararı üstenmesi beklenir. Bir işletme sermayeyi en verimi biçimde kullanamazsa, piyasa sermayeyi daha verimli kullananlara yönlendirir” diyordu. Böylece, Rosner, kapitalistin “artı değeri” (kâr) mülk edinmesinin ahlaki dayanağını anımsatıyordu: Ben sermaye koydum riski üstleniyorum, öyleyse kazanç da bana aittir. Kaybetseydim ben batacaktım”. Prof. Rubini’de “FED kurtardığı firmaların yönetimlerini tasfiye etmeli, ortakların zararlarıyla ilgilenmemelidir” diyordu. (Bloomberg TV,15/07).
Dionne, Rosner ve Rubini, kapitalist düzenin, serbest piyasa modelinin ekonomik ve siyasi yüzünün tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarak “tatsız” kültürel, ahlaki, nihayet siyasi sonuçlar yaratmasından kaygılanıyorlar.
Washington Post yorumcularından Robert Samuelson’un “Kafa Karıştıran Küresel Ekonomi” başlıklı yazısının gösterdiği gibi küreselleşme söylemi de kaygı verici bir sorunla karşı karşıyaydı: “Gittikçe bütünleşen bir dünya ekonomisi, esas olarak istikrarlı mıdır? Yoksa periyodik krizler üreterek herkese zarar mı veriyor, uluslararası çelişkiler mi üretiyor?”; “Ülkeler ekonomik olarak birbirlerine daha bağımlı hale gelirken, siyasi olarak daha ulusalcılaşıyorlar”. Samuelson bu duruma şaşırıyor, küreselleşmenin büyük engeller getirmeye başladığına işaret ediyor. Halbuki ekonomik entegrasyonun nasıl eşitsizlerin ekonomik entegrasyonu, merkezden çevreye ve ülkelerin içinde de en zengin yüzde1’lik gruba değer transferi olduğunu görebilse (kabul edebilse) ulusalcılığın da hangi kaygı ve korkulardan kaynaklandığını kolaylıkla anlayabilirdi.