Türkiye’nin hiç eksik olmayan gerilimli dönemeçlerinden bir diğeri ile karşı karşıyayız bugünlerde. Genel eğilim, ülkede ciddi bir kutuplaşmanın mevcut olduğu ve bu durumun siyasal/toplumsal gerilimi yükselttiği yönünde. Bahsi geçen tespitin içerisinde sorunsallaştırılması gereken temel nokta olan, kutuplaşmanın hangi unsurlar arasında olduğu meselesi ise sürekli muğlak ve gölgede bırakılıyor. Halbuki kutuplaşmanın katalizörü belirlenmeden özneye ‘taraf seçme’ […]
Türkiye’nin hiç eksik olmayan gerilimli dönemeçlerinden bir diğeri ile karşı karşıyayız bugünlerde. Genel eğilim, ülkede ciddi bir kutuplaşmanın mevcut olduğu ve bu durumun siyasal/toplumsal gerilimi yükselttiği yönünde. Bahsi geçen tespitin içerisinde sorunsallaştırılması gereken temel nokta olan, kutuplaşmanın hangi unsurlar arasında olduğu meselesi ise sürekli muğlak ve gölgede bırakılıyor. Halbuki kutuplaşmanın katalizörü belirlenmeden özneye ‘taraf seçme’ mecburiyetinin dayatılması başlı başına beyhude bir çabadır. Şayet güncel konumlanışın/kutuplaşmanın ayracı, demokrasi ile darbecilik arasında duruyorsa hiç şüphesiz demokrasiden yana taraf olmak bir kamusal sorumluluk ve dahası bir erdem meselesidir. Darbecilik ve komitacılık geleneğinden çok çekmiş, çok yıpranmış bir toplumun fertleri, demokratik yollarla iktidara gelen bir siyasal parti ile ona karşı girişilen olası hukuk dışı bir müdahale mevzubahis olduğunda elbette Araf’ta kalamaz. En azından ‘demokratik vicdan’, derinlerde rahatsız olur ve bunun gündeliğe taşınan bir yansıması olur. Öyleyse bugünün hararetli tartışmasının bildik minvalde devam etmesinin sebebi nedir?
Öncelikle politik aktörlerin bir kısmı ve izleyenleri açısından güncel kutuplaşma, yukarıda söz edilen demokrasi katalizöründen başka bir duruma işaret ediyor. Örneğin kutuplaşmayı laik cumhuriyetçiler ile karşıtları arasında tanımlayanlar için ‘taraf olmak’ demek, Kemalizm’den, cumhuriyetin kurucu ilkelerinden ve onun geleneksel koruyucularından yana olmak anlamına geliyor. Buradan da anlaşılabileceği gibi, Kemalizm ile cumhuriyet umdeleri arasında bir özdeşlik kuruluyor. ‘Karşı taraf’ ise doğrudan modernite projesi ve laik rejim ile hesaplaşma içersinde olan, cumhuriyeti ve kazanımlarını sindiremeyenler şeklinde tasvir ediliyor. Kutuplaşma, bu kadar özcü bir yorumla ele alınan rejim üzerinden kurgulandığında aynı rejimin demokratik kimliği kolaylıkla gözden çıkarılabiliyor. Demokratik mekanizmalar dışından müttefik bulma kaygısı güçleniyor. Bir de meseleye tersinden bakanlar söz konusu; buna göre, AKP ve onunla eklemlenen liberal ve muhafazakâr entelijansiya, ‘statüko’ ile savaşıyor ve ilk defa sivil/askeri vesayet sistemi bu kadar çok zorlanıyor. Öyleyse “muhafazakâr demokratlar” ile ittifak kurma, demokrasi mücadelesi için ‘hayatiyet’ arz ediyor. Meseleye böyle bakanlar için AKP’nin demokrasi kusurları pek göze batmıyor; hatta her fırsatta başta sendikalar olmak üzere demokratik kitle örgütlerine ‘demokrasi’ adına fırça çekiliyor.
Bir de mevcut kutuplaşmaya daha eleştirel bir tutumla yaklaşan ve daha çok kendini Türkiye’deki özgürlükçü-demokratik solun içinde tanımlayanlarca benimsenen bir kutuplaşma tanımı var. Buna göre halihazırdaki kavga, bir iktidar ve politik rant mücadelesinin tüm ‘derin’ unsurları ile seferber edildiği ‘gecikmiş’ bir çarpışma. Ülkede kapitalizmin geldiği noktada ve üretim ilişkileri ile politika yapmanın bugün aldığı biçimde sistemin krizlerinin ve kendini yeniden üretme kanallarının tıkanıklığı ile ilgili sorunlar demetinin marazi politik dışavurumları. Diğer bir deyişle asıl mesele iddia edilenin aksine ‘statüko’ değişimi değil; kapitalist sistemle barışık yeni ‘statüko projeleri’nin çatışması. Burada tarafların ciddi benzerlikleri ve ortaklıkları söz konusu. Kılıçlarını çeken taraflar, ortak bir siyasal kültürün mirasçısı; bu mirasın temel özellikleri ise otoriter ve güce tapan bir söylemin ve pratiğin taşıyıcısı olması. ‘Derin iktidar’ı ele geçirme, ideolojik hegemonyayı tesis ya da tahkim etme, muhalif olana tahammül edememe, tepeden inmeci bir dönüştürme taktiği izleme gibi ortaklıklar, tüm bu hengameye rağmen eleştirelliğini koruyan çevrelerce dikkatle izleniyor. Kutuplaşmanın taraflarını bu şekilde betimlemenin özneyi ‘taraf’ olmaktan çok Araf’ta olmaya yönlendirdiği de aşikâr. Yalnız unutulmaması gereken nokta, Araf’ta olmanın demokratik duyarlılıktan uzaklaşmak ya da ‘suya sabuna dokunmamak’ anlamına gelmediği. Zira her türlü şart altında demokrasiye ve hukuk devletine inancı korumak ve demokratik özgürlükler ve haklar için mücadele vermek, vicdan sahibi herkesin yükümlülüğü. Bu da ancak her türlü demokrasi ve insan hakları ihlaline karşı çıkma cesareti ile mümkün olabilir. Daha somutlarsak, kutuplaşmanın taraflarının anti-demokratik tutumları birlikte ifşa edilmeli ve mevcut tarafların özgürlükçü ve insana, emeğe saygılı bir gelecek için alternatif oluşturmaktan çok uzak olduğu gösterilmeli. Bunu yapabilmek için de sola reçete olarak sunulan liberal-muhafazakârlarla birlikte hareket etme nasihatlarına itibar etmemek gerekiyor. Bu kervana kapılmak, Türkiye solunu demokrasiye değil; kendini imha edecek bir uçuruma sürükler.