Oral Çalışlar, Türkiye’de “sosyalist aydın” denildiğinde akla gelen ilk isimlerden biridir. Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet’ten ayrılarak Radikal’de “klavye başı” yapan Çalışlar, ayrıldığı gazetesinin okur kitlesinin “solculuk tarzı”nı dostane bir üslupla ama sert yargılarla tartışıyor. 24 Haziran tarihli Radikal’de yayınlanan “‘Özgürlükçüyüm ama demokrasiye inanmıyorum’ diyenler” başlıklı yazısında Çalışlar, kendilerini “ulusalcı” olarak adlandıran kesimin “otoriter”, “bürokratik” müdahaleleri, askeri […]
Oral Çalışlar, Türkiye’de “sosyalist aydın” denildiğinde akla gelen ilk isimlerden biridir. Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet’ten ayrılarak Radikal’de “klavye başı” yapan Çalışlar, ayrıldığı gazetesinin okur kitlesinin “solculuk tarzı”nı dostane bir üslupla ama sert yargılarla tartışıyor. 24 Haziran tarihli Radikal’de yayınlanan “‘Özgürlükçüyüm ama demokrasiye inanmıyorum’ diyenler” başlıklı yazısında Çalışlar, kendilerini “ulusalcı” olarak adlandıran kesimin “otoriter”, “bürokratik” müdahaleleri, askeri darbeleri bir kurtuluş olarak görmeye başladığından, halktan uzaklaştığından, içe kapanmacı, otoriter bir milliyetçiliğin esiri haline geldiğinden söz ediyor. Çalışlar, bu tip “solcu”lardan bir okurunun mektubuna köşesinde yer veriyor.
“Aydın olmanın yolu, demokrasi adına kitlelere kayıtsız şartsız boyun eğmek midir; cahil bırakılmış, televizyonla uyutulmuş, dogmaların ve batıl inançların altında kalmış, kalabalık et yığınlarının düşüncelerine ve tercihlerine ne pahasına olursa olsun saygı duymak şart mıdır? Bu mudur demokrasi. Demokrasi dedikleri neylerse benim halkım güzel eyler midir? Demokrasiye inanmıyorum dediğimde otomatikman darbeci ve faşist mi oluyorum? Okuyorum, olup bitenlere duyarlıyım, özgürlükçüyüm ama demokrasiye inanmıyorum” diyen okurunun yaklaşımının solun temel değerleriyle bağdaşmadığını nostaljik ifadelerle vurguladıktan sonra, “içe kapanmacı milliyetçiliğin esiri haline gelerek, demokrasiyi reddederek, kızdığı Hitlerciliğe göz kırpmıyor mu?” diyerek Radikal’deki okurlarına şikayet ediyor.
Çalışlar solun temel değerleri ile “otoriter-milliyetçi solculuk” arasındaki çelişkiyi nostaljiyle tanımlıyor: “Eskiden böyle değildi. Bizler solcu olurken, halka güvenerek, halkı severek solcu olmuştuk” diyor; buna karşılık, otoriter milliyetçiliğe kayan “solcular”ın “toplumu bir tehdit olarak algıladıkları”nı belirtiyor. Otoriter milliyetçi solcuların “halka güvenmediklerini, halkı sevmediklerini” ima ediyor.
Otoriter milliyetçi “solcular”ın “solun temel değerleri” ile çatışma halinde oldukları bir gerçek. Ezilen halklar karşısıdaki duyarlılık, “ayrılıkçılık” paranoyasıyla, temel insan hak ve özgürlüklerine saygı “devlet”in ve “ordu”nun yüceltilmesi ile, halk sevgisi “bürokrasi”ye ve “militarizme” bağlılıkla, eşitlikçi ahlak “seçkincilik”le yer değiştirmiş görünüyor.
Gerçekten de Oral Çalışlar’ın dediği gibi bu “üzerinde kafa yorulması gereken bir durum”.
Ancak Oral Çalışlar bu tutumun üzerine “kafa yormak gerektiğini” söylemesine karşın, fazlaca kafa yormadan kısa yoldan “çözümleyiveriyor” olguyu. Okuru, “demokrasiye inanmıyorum dediğimde otomatikman darbeci ve faşist mi oluyorum” diye soruyor; o da mealen “evet öyle oluyorsun” deyiveriyor.
Bu kestirme yanıtı bir “burjuva liberali” verseydi elbette üzerinde durmaya değmez bulur, otoriter milliyetçi “solcu” “okur”un ağzının payını aldığını düşünebilirdik. Ama soruyu soran hala “solcu” olduğuna inanan ve gerçek bir “sorusu” olan bir kişi, yanıtı veren ise bir “sosyalist”.
Öncelikle bir “aydın” olarak Oral Çalışlar’ın kendisine soru soran bir okuru karşısındaki birincil sorumluluğu, okurunun “sorununu” anlamaktır. Çalışlar’ın okurunun gerçek bir sorusu var: “Geniş yığınlar oldukça ağır bir ideolojik ve politik kuşatma altında gericileştirilmişse, salt çoğunluk oldukları için gerici bir rejimden başka bir şey demek olmayan “onların egemenliğine” “demokrasi” adına boyun mu eğmeli, siyasi gericiliğe saygı mı göstermeliyim?”
Çalışlar bu soruya doğrudan doğruya yanıt vermiyor. Soruyu yok sayıyor. Aydın olarak görevini yapmıyor.
Çalışlar bir sosyalist olarak da bu soruyu yanıtlamakla yükümlü. Bu soru bir sosyalist aydın için “yok hükmünde” değildir. Bir sosyalistin siyasi gericilik karşısında “saygısı” olamaz, bir sosyalist çoğunluğu kazandığı için gericiliğe boyun eğemez. Ama halka karşı “saygılı” olmak da elbette bir sosyalist aydının başta gelen özelliklerindendir. Çünkü sosyalistler, sosyalizmin “emekçi halk yığınlarının eseri” olduğunu sosyalizmin “halka rağmen” kurulamayacağını bilir. Bunun için de bir sosyalist için siyasi gericiliğin etkisi altındaki halkın “feda edilmesi” değil “kazanılması” gerekir. Çalışlar, otoriter milliyetçi “solcu” okurunun ortaya koyduğu sorununa sol politikanın bu iki ölçütüne de uyan bir yanıt vermek yerine görmezden gelmeyi seçiyor.
Oysa otoriter milliyetçi bir “solcu” ile gerçek bir sosyalist arasındaki tartışma bu noktada başlar. Otoriter milliyetçi “solcu”, gericilik halkı “kazanmışsa”, halkı “hizaya getirmek” üzere, “saltanatın yerini alan devrimci kurumlara” orduya, bürokrasiye müracaat eder; onlardan halkı “yeniden dizayn etmesini” ister. Bunu yaparken, bugünkü ordunun “o” ordu, bugünkü bürokrasinin “o” bürokrasi olmadığını da görmezden gelir. “Ulus devlet” çerçevesinin kendi başına, sınıflardan bağımsız olarak “bağımsızlıkçı, ilerlemeci” olduğu çarpıtmasına kapılanır. Gerçek bir sosyalist ise gericiliğin etkisi altında kalan halkı “hizaya getirmeyi” değil ona kendi konumunun bilincini kazandırarak “dönüştürmeyi” hedef alır. Bunun için, yaşanmakta olan gerçek sorunlar karşısında halka sunulan gerici alternatifleri karşısına alır ve halka bu gerçek sorunların ilerici çözümlerini sunar. Örneğin, dilencileştirme politikalarına karşı “hak bilincini” yerleştirmek; örneğin “cemaat” formasyonunun karşısına sınıf ve halk kimliğini geçirmek için mücadele etmek sosyalistin, gerici toplumsal egemenlik karşısındaki temel politikasıdır.
Çalışlar, söyledikleriyle, dolaylı olarak “evet, demokrasi, çoğunluğun egemenliğine saygılı olmaktır; bu nedenle çoğunluğun siyasi terci karşısında saygılı olmalı ve gerici rejime boyun eğmelisiniz” diyor. Çalışlar’ın bir “sosyalist aydın” olarak ikinci büyük “ayıbı” bu noktada.
Bir sosyalistin “siyasi demokrasi” sorununu kavrayışının bir “inceliği” olmalı. Herhangi bir liberal için demokrasinin formülü “siyasi demokrasi = sandık”tır. Bu eşitliğe itirazı olan herkes de faşisttir. Ama bu eşitliği bir sosyalist kuramaz, kurmamalıdır.
İlk bakışta tuhaf görünecek ama bence Çalışlar’ın, otoriter milliyetçi “solcu” okurunun şeriatçı gericiliğin, yobazlığın toplumda ve siyasette çoğunluğu yakalamış olması nedeniyle “demokrasiyi” sorgulaması yersiz ve haksız değildir. Çünkü bu “çoğunluğu” üreten bizzat bu “demokrasidir”. Bu demokrasi, sandıkla özdeş ve ondan ibarettir. Sandığa giden yolda “serbest” olan kitlesel mecralar şeriatçı ve faşist cemaatlerin oluşumunu koşullamaktadır. Bu “demokrasi” ancak “cemaatleşme” tarzındaki kitleleştirme biçimine kısıt getirmemektedir. “Cemaat” biçimi ise şeriatçı ve faşist siyasi oluşumlar için elverişli bir sosyal-psikolojik-kültürel temel oluşturmakta, hiçbir ilerici güç bu “temel” üzerinden gelişme olanağı bulamamaktadır. Bu “demokrasi” elbette sorgulanmalıdır.
Çalışlar bu “demokrasiyi” sorguladığı için okurunu Hitlerciliğe göz kırpmakla suçlarken “gözünü kırpmıyor”.
Çalışlar’ın otoriter milliyetçi “solcu” okurunun “kalabalık et yığınları” aşağılamasıyla “Hitlerciliğe göz kırpmanın” ötesine geçtiği elbette açık. Ancak bunu “demokrasiyi” sorguladığı için yapmıyor; bir “solcu” olarak demokrasiyi yanlış sorguladığı için yapıyor. Evet gericiliğin bugünkü egemenliğinden Türkiye’deki “demokrasi” sorumludur. Türkiye’deki “demokrasi
” bir “sömürge tipi demokrasi”dir. Gericiliği, faşizmi “çoğunluk” haline getiren bu demokrasiyi eleştirmeden solun bir tek adım atabilmesi mümkün değildir. Çalışlar, sandık=demokrasi formülüne indirgenmesi halinde bu demokrasiye karşı çıkacağını söyleyen okurunun karşısında bence haksızdır. Çünkü “bu demokrasi” faşizmin ve gericiliğin ocağından başka birşey değildir.
Bir sosyalist olarak Çalışlar, okurunun gericiliği çoğunluk haline getirdiği için karşı çıktığı bu “demokrasi”yi bir “zorunlu temel” olarak savunmakla kendisini sıradan bir “liberal”in konumunda bulmaktadır.
Elbette “sandık” demokrasinin zorunlu temelidir. Ama “sandık” cenaze töreninin de zorunlu bir aracıdır. Ortaya konulan her “seçim sandığı”nı, sırf birden çok alternatife oy verilebildiği için demokrasinin üzerinden geliştirilebileceği, derinleştirilebileceği tek temel sanmak doğru değildir.
Otoriter milliyetçi “solcu”nun gericiliği iktidara getirdiği için kolayca mahkum ettiği “sömürge tipi demokrasi”yi reddederken, bir alternatif olarak niçin sosyalist demokrasiyi değil de “otoriter” seçeneği savunduğu ise bir muamma değildir.
Bütün bu ve benzeri tartışmalardan çıkardığım genel sonuç ise beni şu fikre ulaştırıyor: Otoriter milliyetçi “solcu”lar, neo-liberal sömürgecilik politikaları çerçevesinde geleneksel tekelci sermayenin üretim ağına ayrıcalıklı bir pozisyondan eklemlenen orta sınıf bireyinin küçük burjuva “solculuğunu”, liberal solcular ise “kafa emeği pazarı”nda kendisini pazarlamaya çalışan “bireysel” entellektüelin “solculuğunu” temsil ediyorlar. Solun bugünkü “küçük burjuva çarpılma biçimleri”ni bu biçimde tasnif etmek galiba en isabetli olanı.