Sorbonne Meydanı’nda 1968’e dair bir fotoğraf sergisi var. Fotoğraflardan birinde boş bir sokak ve ‘mini muharebe’den kalma taşlar. Taşlar, atanlarını ve hedeflerini unutmuş olarak, gölgeleri uzayarak orada duruyorlar. Bugün kitapçı vitrinlerini işgal eden ’68 olaylarına dair kitaplara bakıyorlar. Paris ve Londra o günleri konuşuyor; taşları ve tarihi. Taşlar ve insanlar Taşların ve insanların tarihi üzerine […]
Sorbonne Meydanı’nda 1968’e dair bir fotoğraf sergisi var. Fotoğraflardan birinde boş bir sokak ve ‘mini muharebe’den kalma taşlar. Taşlar, atanlarını ve hedeflerini unutmuş olarak, gölgeleri uzayarak orada duruyorlar. Bugün kitapçı vitrinlerini işgal eden ’68 olaylarına dair kitaplara bakıyorlar. Paris ve Londra o günleri konuşuyor; taşları ve tarihi.
Taşlar ve insanlar
Taşların ve insanların tarihi üzerine buruk, çoğu kez yarım yamalak bir konuşma sürüyor Avrupa’da. Paris’te sadece bir kişi ölmüş, onca ‘şiddetli’ geçen ’68 Paris’inde. Onlarınki başka bir gerçeklik elbette. Bizimkisi bambaşka.
Ama yine de eski ’68’li Fransız arkadaşım Bernard tıpkı Türkiye’deki ’68’lilere benziyor. Suskun ve düşünceli. Hükümet düşürebilen ve öğrencilerle polisleri de içine alan sendikal kudrete, tam demokratikleşmiş siyasal hayata, bütün bunların ’68’in mirası olduğunu bilmesine rağmen eksik bir şey olduğunu düşünüyor hâlâ, konuşulmamış bir şey.
Korku imparatorluğuna karşı kırılgan gövdeleriyle mücadele etmiş bir kuşağın ihtiyarlığın kapısından girerken omuzlarının düşmesi bu belki. Dünya, onlardan geriye hiçbir şey kalmadığını ilan edip duruyor geçip duran borsa bantlarında, belki ondan… Bilemem. Onlarınki başka bir gerçeklik; bizimki başka.
Bu hınç niye?
Türkiye’de, kimi Türk-İslam sentezcisi, Doğan görünümlü Şahin misali, liberal görünümlü eski faşist yazarlar şimdi televizyon dizilerine danışmanlık filan yaparak o tarihi yeniden yazıyorlar. Öyle pervasızca yazıyorlar ki bu tarihi, örneğin Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un idama götürülürken “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği!” diye bağırdıklarını kesiveriyorlar tarihten.
Bir çocuğun ölümünden önce söylediği son sözleri bile çalacak kadar cüretkârlar. Diyorlar ki “’68 gözü dönmüş bir şiddet çağıydı”. Üstelik tam da karşı tarafta, işkencecilerin, ‘Ülkücü Komandolar’ın tarafında olmalarına rağmen vicdanları rahatsız olmadan ölmüş çocukları şimdi yeniden öldürüyorlar.
Hidayetin nihayeti
Eski solcu ve sonradan hidayetin o yapış yapış huzuruna eren kimi yazarlar ve söz söyleyicileri ise, niye bilmiyorum, bir gayret, kendi gençliklerine saldırıyorlar. “Aldatıldık” diye lafa başlıyorlar ve kendi gençliklerine söylemediklerini bırakmıyorlar.
“Vay benim akılsız başım” kişiselliğinden çıkıp bir dönemi, o dönemde kendilerine inanmış insanları da aptallıkla suçluyorlar.
Anlaşılmaz bir hınç ve gayretle yapıyorlar bunu. Sanki bunu yapmasalar bugün aç kalacaklarmış gibi bir gayretle. Bütün bu hıncın bir nedeni olmalı. Sanırım vicdanlarının yenik pehlivan iştahı bu; dönüp dönüp yeniden öldürmek istiyorlar geçmişi.
Yargılanmadan ölmek
Geçmiş ölüyor zaten. Küçücük bir haberdi önceki gün gazetelerde. Tevfik Türüng öldü. Kimdi Türüng?
İyi bir baba olabilir, iyi bir komşu, hatta iyi bir dede de olabilir; bilemeyiz. Ama aynı zamanda Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam mangasının içindeydi. 12 Mart döneminin ünlü İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün’ün de kardeşiydi.
1972 yılında Sıkıyönetim’in Ankara Merkez Komutanı’ydı. Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna’nın öldürüldüğü Kızıldere operasyonunu yönetti.
Türüng yargılanmadan gitti. Küçücük bir haberdi önceki gün gazetelerde.
Ve evet, ’68’le başlayan süreç Türkiye için şiddet doluydu. Ama şiddeti başlatanlar, bugün ölü çocuklardan sözlerini çalacak cüreti gösterenlerdi. Haklılar, işkencecilerin tarafında yer almış olanlar için epey şiddet doluydu o günler… Ve bugün tarih hırsızlığıyla mesleklerini icra etmeye devam ediyorlar.
Milliyet