Türkçe’de ilginç atasözleri var, aslında bunlar tüm insanlığın bağrından “bizce” söylenerek anlam dünyamıza kazandırılmış sözlerdir. Şüphesiz atasözleri tarihsel birikimin, deneyimin ve geleneğin aktarıcılarıdır. Fakat her atasözü ya da her anlam, yaşanmak istenen dünyanın deneyimlerine karşılık gelmez, dolayısıyla kendisini araştırmacıların insaflı kollarında bulur ve yeniden gün yüzüne çıkıncaya kadar bekler. Bir başka deyişle şimdinin tarih sahnesinden […]
Türkçe’de ilginç atasözleri var, aslında bunlar tüm insanlığın bağrından “bizce” söylenerek anlam dünyamıza kazandırılmış sözlerdir. Şüphesiz atasözleri tarihsel birikimin, deneyimin ve geleneğin aktarıcılarıdır. Fakat her atasözü ya da her anlam, yaşanmak istenen dünyanın deneyimlerine karşılık gelmez, dolayısıyla kendisini araştırmacıların insaflı kollarında bulur ve yeniden gün yüzüne çıkıncaya kadar bekler. Bir başka deyişle şimdinin tarih sahnesinden çekilmiş olur. Bazı anlam yükleri ise tam da bu nedenle kendi krizalitleşmiş uykularından uyanırlar, yani şimdinin tarih sahnesini anlaşılır kılmak için görünürlük kazanırlar.
Atasözleri hakkında bugün konuşmak istememin nedeni aklıma son günlerde sık sık gelen bir atasözü: “at izinin it izine karışması.” Bu atasözünü aklıma düşüren ise son dönemde Türkiye’nin sahne olduğu gelişmeler. Ne tür deneyimin, birikimin ya da yaşantının sonucunda ortaya çıkmış bu atasözü, bilmiyorum ama bana durumumuzu özetlemek açısından anlamlı geliyor.
* * *
Bugünün Türkiye’sinde tarih sahnesinin egemen söylemi binbir çeşit milliyetçilik ve stratejik politik kalkışma (çatışma/ savaş/ parçalanma) teorilerinden ibaret. (Pardon jet hızlı operasyonlara angeje olmuş bir çağın çocukları olarak komplolarla, yalanlarla ve dolanlarla dolu hileli ideolojik mekanizmaların her yanı doldurmasına neden şaşırıyorum ki!) Kim bu etrafımızı ve içimizi bir takım özel rasyonel dayanaklarla duyarsızlaştıran ideolojik korkusuz teorilerin sahipleri? Ayrıcalıklar tanımaksızın soldan en sağa, en aklıseliminden en hırlısına, en elitinden en berduşuna kimlerin endamı var? Harbi bir www.google.com araştırmasında bunları bulmak mümkün mü, dertlerini anlamak?
El-cevap 1): Bir yandan “Yurtsever Cephe,” “Kızıl Elma Koalisyonu”, “Ergenekon türevi kendinden menkul vatansever birlikler” ve diğer milliyetçi koordinasyonlar (Türk, Kürt, milliyetçi parti gençlik örgütleri…), bir başka yandan “Stratejik Araştırma Merkezleri” ile özel ve tüzel teşkilatlar Türkiye gündemini kuşatan milliyetçi merkezler olarak görücüye çıkıyor. El-cevap 2): Hepsi tek tek ne işle meşgul, somut olarak belirlemek mümkün fakat buna bu yazıyla girmek olası değil. Genel olarak ABD ve AB karşıtlığı, BOP veya GOP karşıtlığı, Türki Cumhuriyetlerle ve Kafkasya Bölgesi ile ortaklığa sempati ilk elden ortak yanları. Bunun dışında bazıları Musul’a girelim, bazıları azınlıkları da Kürtleri de yetmedi suyu ısınmış tüm barışsever aydın maydın takımını derbest edelimci… farlılıklarda renklilik çok. Türkiye’yi mermer yapmakta ısrar eden mozaik milliyetçi refleksle söylenmedik söz, tehdit ve küfür sınırlarını aşan eleştiri gani.
Ancak son günlerde yaşanan askeri gelişmeler neticesinde artık işler bu söylem merkezleri açısından marjinallik sınırlarında gezinmekte adap tanımıyor. Dolayısıyla politik söylem merkezlerinin birbirlerine göre ayırıcı konumları giderek ortadan kalkıyor ve kendi içinde kakofonik bir yapıya bürünüyorlar, aralarındaki ayrılıkları gidermeyi dile getirmeye bile çalışıyorlar!.. Yani bu politik söylem merkezleri keskin iradi müdahalelerce savaş aygıtının güdümüne girmişler, çünkü ortak hedeflere sahipler!..
Biraz daha açık olursak, Ekim 2007’den bu yana “şehitler ölmez, vatan bölünmez” diyen bazı sürüler DTP’ye, İnsan Hakları Vakfı’na, Barış Girişimlerine, azınlıkların temsilcilerine, biraz daha ileri giderek kendileri gibi olmaya ayak direyen diğer çevrelere -Yurtsever Cephe’ye bile- saldırıyor, sanki saldırıya uğrayanlar “şehitler ölür, vatan bölünür” diyor! Sanki ölümlerden ve savaşın yıkıntılarından nemalanıyorlar! Saldırıların hedefi olarak Türkiye’nin demokratik güçlerini, azınlıklarını ve Kürtlerini sorumlu tutmak ne anlama geliyor? Ulusal kanallar hep birlikte “DTP yine proveke etti Diyarbakır’ı” diye cümlelerle haberler sunuyor… Elbette Kürt milliyetçileri ve DTP siyasal olarak mağduriyet hikayeleri ile eleştiriden yoksun bırakılmamalı ama bu asla bir karalamaya dönüştürülmemeli de. Tüm kasıtlar için hukukun ve kitlelerin şahitliği yetmez mi? Sadece DTP değil diğer girişimler açısından da durum değişmiyor, eleştiriye evet fakat karalanmalarına hayır!
Belki biraz daha geniş pencereden bakınca, akla olup bitenlerin neredeyse yüzyıllık bir ajanda ile birlikte geliştiği gelebilir. Fakat yine de şimdi olup bitenlerin özgünlüğü artık dayanılmaz acıların tekrarlanabilirliğinin kalmaması! Bu da doğal olarak Cumhuriyetin kurucu iradesinin bütünlük ve birlik adına Türkiye’nin demokratik güçleri, azınlıkları ve Kürtleri ile karşı karşıya gelmesine yol açan bir tutumlarının sorgulanmasına yol açıyor. Vatandaşı ile demokratik bir tahammül ilişkisi içinde olmayan statükocu devlet görüngüsünü ortaya çıkarıyor, yetmiyor tam burada, aynı zamanda Mahsusacıların spontan icra zemininin meşruluğu da kontrolsüzleşiyor! En azından Mahsusacıların kendi dilleri böyle gerekçeleniyor. Peki bu ne demeye gelmeye başlıyor? Devletin yetkili ağızları ve geniş kitleler heyulası biraz da korkunun esiri olarak “ya sev ya terk et” çizgisine yerleşmek durumunda kalıyor. Bunun örneği hem resmi hem de sivil sanılanlar arasında o kadar çok yaygınlaştı ki linç kültürü de bundan alkışlanır olmaya başladı.
Her şeye rağmen bazı sağduyu sahibi ileri gelenler, “bu çığırından çıkmış tepkilerle bir yere varamayız, bizim hedefimiz Kürtler değil PKK, bunu anlatmayı beceremezsek çok büyük oyuna gelmiş oluruz. Bizim hedefimiz azınlık vatandaşlarımız değil aralarından bazıları! Bizim hedefimiz Irak değil…” diyor. Peki bütün bu gelişmelerden sonra devletin yetkili organlarının tutumlarına bakıyoruz, değişen bir şey var mı? Yok!.. O zaman ne diyeceğiz bu karmaşanın ortasında büyüyen “yurtsever ve vatansever” mağduriyet ve savaş çığlıklarına?
Bu saldırılar yoksa, hem fütursuzca hem de “vaka-i adiye”den görüldüğü için korkulanın gücünü, kendilerinin tehlike dedikleri şeyin çapını büyütüyor olmasın? Çünkü bu durumda dilim söylemeye varmıyor ama devletin tarafgirliği açığa çıkmış oluyor, devletin faşizmin her türlü söylemini kendi kollarında büyütmesi gözlemleniyor. Daha açıkçası ve kötüsü köpeğin insanı ısırması türünden görülen bu olaylar, sadece kudurmanın değil, aynı zamanda “kıskıslanma”nın sonucu gerçekleşiyor. Ne diyelim, henüz bunca saldırıya karşı açılmış bir kaç soruşturmadan fazlası olmadığına göre, “devletlü biliyordur işini herhâl” demek zorlaşıyor!
* * *
Benim aklımı karıştıran, solun ve sağın “yurtsever ve vatansever” cephelerinin, faşizmin yükseltilmesinde, yani siyasetin ıssızlaştırılarak araçların gölgesine çekilmesini izlemekten öteye gidemeyecek olmasında düğümleniyor. Unutmamak gerek ki araçlar ve stratejiler güçlendiğinde siyasetin dili alınır. O zaman ne korunacak bir vatan ne de bir yurt kalır. Çünkü siyaset değişimi de korunmayı da meşru kılan tek insan edimidir. İnsanın olmadığı, huzursuz kaldığı bir yerde şiddetin ve savaşın gölgesi büyür. Bunu ne uluslararası emperyalist oyunlarla ne de meyvenin kurdu içinden diyerek açıklamak mümkündür. Çünkü barışı savunmaya o kadar acil ihtiyacımız var ki, her şey ortada tek çıkışımız bir takım karşıtlıklar kurarak değil sınıfın enternasyonalist dilini uyandırarak olacak.
Yazının başlığında demiştim olup bitenler zihnimde at izinin it izine karışmasına engellemiyor! Çünkü hava oldukça puslu ve binlerce atlı ve itli aynı güzergahta dolaşıyor. Sanırım artık
iz sürmek anlamsız! Üstelik itler atları ısırıyor, atlar kişneyip tepiniyor ve sadece bir şey ortadan kalkıyor: Siyaset. Bu yüzden siyasetin yani insansal ilişkilerin düzenlenmesi için irade geliştirmenin zemini kayıp gidiyorken tek bir çığlık dinlenmeye değer kalıyor: Barış. Evet, böyle bir durumda tek çıkar yol barışı savunmak, silahları susturmak ve toplumsal dinamikleri demokratik açıdan yeniden inşa etmeyi göze almak olarak görülüyor.
En azından barış şunun için gerekli. Egemen politik söylemin dile getirdiği gibi Türkiye bir mozaikse, dış ve iç düşmanlarımız bizim için oyunlar hazırlıyorsa, ekonomimiz ve bağlılıklarımız tehlikeli boyutlarda dışarıya karşı sorumluysa… atları da itleri de, başka aktörleri de mozaiğin üzerinde koşuşturmamak gerek. Bütünlük ve birlik için en cesur politik adımları atmayı göze almak savaşın kazanımlarından daha değerli olacaktır.
Kadim felsefede bir söz vardır başlangıç için, “kaos olmadan ordos olmaz” diye. Sanırım savaş yeterince uzadı artık barış zamanı geldi, kimin ne yaptığını, kimin kiminle ittifak içinde olduğunu anlamak açısından hiç olmazsa barışı savunmak zamanı.
Baykan Erdoğan
borogan@gmail.com