Türkiye’nin bugünkü tavrını en iyi tanımlayan “Hazır ol cenge ister isen sulh-u salâh” mısraıdır. Türkiye cenge (savaşa) hazırlanıyor, ama gözü sulh ve salâhta (barış ve düzen). Sorun da bu noktada başlıyor zaten: Bazıları için ‘ceng’ esas hedef; bu sebeple de askerlerin, hemen, derhal, hiç vakit kaybetmeden hareketlenmesini ve sınır ötesine geçmesini istiyorlar. “İstiyorlar” fiili hayli […]
Türkiye’nin bugünkü tavrını en iyi tanımlayan “Hazır ol cenge ister isen sulh-u salâh” mısraıdır. Türkiye cenge (savaşa) hazırlanıyor, ama gözü sulh ve salâhta (barış ve düzen). Sorun da bu noktada başlıyor zaten: Bazıları için ‘ceng’ esas hedef; bu sebeple de askerlerin, hemen, derhal, hiç vakit kaybetmeden hareketlenmesini ve sınır ötesine geçmesini istiyorlar.
“İstiyorlar” fiili hayli hafif kalıyor; kullanmayı bilseler bir F-16’ya atlayıp Irak’ın üzerine bomba bırakacaklar… Bunu yapamayınca, konumlarını kullanıp ulaştıkları askerlere, gündeme taşıyıp durdukları “Daha ne duruyorsunuz?” sorusunu bir de doğrudan iletiyorlar.
Peki ne olacak Türkiye sınırın öte tarafına asker gönderdiğinde? Uçaklarımızın tepesine bomba yağdırdığı PKK kamplarını yerle bir edeceğiz… ‘PKK üniforması’ diye özel bir kıyafet olmadığına göre, karşımıza çıkan eli silâhlı herkese (Bu ‘herkes’, “Irak’ın kuzeyinde rastlanılan herkes” demek oluyor) ateş açacak, yakaladığımızı derdest edeceğiz… Sonra? Sonra geldiğimiz gibi geri döneceğiz; aynı şeyi bir daha bir daha tekrarlamak üzere…
Yoksa dönmeyecek ve orada kalacak mıyız?
Bu soruyu boşuna soruyor değilim. Çünkü, her şey gazetelerin İstanbul’daki yönetim merkezlerinde planlandığı gibi gitse dahi, Irak’a girdiğinde, alınlarında “Ben PKK militanıyım” yazan kişiler veya gruplarla karşılaşmayacak Türkiye. Askeri açıdan herkesin ‘düşman’ olarak görülmesi gereken bir ortama dönüşecek o topraklar ve bu yüzden uzun yıllar bölgede kalmayı gerektirecek bir durum ortaya çıkacak.
Her şeyin İstanbul’dan göründüğü gibi gitmemesi durumu ise, Türkiye’nin ‘yeni bir işgalci güç’ haline dönüşmesi ve önceki işgalci güç ile süngü süngüye gelmesi demek. Bugünün dünyasında savaşlar süngü süngüye yapılmadığı için ‘çatışma’ farklı bir biçim alacak ve herhalde çatışma alanı da Irak’ın kuzeyi ile sınırlı kalmayacak… ‘Metal Fırtına’ durumu yani…
Yoksa çaktırmadan, Atatürk’ün sonradan vazgeçtiği son Osmanlı Meclis-i Mebusanı tarafından çıkarılmış ‘Misak-ı Milli’ sınırlarına kadar genişletmeyi mi düşünüyoruz topraklarımızı? Musul ve Kerkük’ü de haritamıza katarak? Bunu ABD’yle birlikte mi gerçekleştirmeyi düşünüyoruz, yoksa sınırlarımızdan 250 km ötedeki nihai sınırlara kadar tek başımıza mı yürüyeceğiz?
Peki sonra ne yapmayı düşünüyoruz? İster dar kapsamlı, ister ‘Misak-ı Milli sınırlarına kadar genişleme’ amaçlı olsun Irak topraklarına doğru bir askerî harekâtın taşıdığı riskler iyi hesap edildiyse pek mesele yok; ya hesap yanlışsa? Ya kaş yapayım derken göz çıkartılacak ve korktuğumuz ne varsa defalarca fazlası başımıza gelecekse? Ya Şırnak ve Hakkari’ye dönük eylemleri düzenleyen ve onların sırtını sıvazlayanlar gerçekten de Türkiye’ye “Gel, gel” demek amacıyla o eylemleri yapmışlarsa?
Daha kestirmeden sorayım sorumu: Suçlayageldiğimiz ‘dış güçler’ gerçekten iddia edildiği gibi PKK’yı kullanıyorlarsa, Şırnak ve Hakkari saldırıları, ‘düşman’ kabul edilen dış güçlerin tepkilerimizi öngörerek yaptırdıkları PKK eylemleri neden olmasın?
Bu durumda, Türk askerine “Gel, gel” diyen PKK ile “Git, git” diyen bizim masa-başı kurmayları arasında müthiş bir benzerlik olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. “Gel, gel” diyenlerle “Git, git” diyenler, bunu, aynı patron için ve aynı sonucu elde etmek için yapıyor olabilir ancak.
Biz koca bir imparatorluğu kaybetme sürecinden geçmiş bir milletiz; bugün yaşadıklarımızdan hareketle o günlere bakınca, “Neden?” sorusuna daha kolay cevap verebiliyoruz: Ağzımızdan çıkanı kulağımız duymuyor, “Hazır ol cenge ister isen sulh-u salâh” mısraını “Haydi cenge, sulh-u salâhtan sana ne” olarak anlıyoruz.
Bereket milletimiz feraset sahibi. O müthiş sabrıyla bekliyor.