Kamusal alan neresidir? Bu soru, halen kesin olarak yanıtlanmamış bir şekilde karşımızda durmaktadır. Niye yanıtlanamadığı ise açıktır: Soru, politik bir tartışmanın, türban tartışmasının tam merkezinde yer almakta ve ancak bu tartışma dolayımıyla gündeme getirilmektedir. Kamusal alanın neresi olduğuna dair yapılacak sağlıklı bir değerlendirmenin, türban sorununa bakışı da sağlıklı kılacak bir çıkış noktası olduğunu düşünebiliriz. “Kamusal” […]
Kamusal alan neresidir? Bu soru, halen kesin olarak yanıtlanmamış bir şekilde karşımızda durmaktadır. Niye yanıtlanamadığı ise açıktır: Soru, politik bir tartışmanın, türban tartışmasının tam merkezinde yer almakta ve ancak bu tartışma dolayımıyla gündeme getirilmektedir.
Kamusal alanın neresi olduğuna dair yapılacak sağlıklı bir değerlendirmenin, türban sorununa bakışı da sağlıklı kılacak bir çıkış noktası olduğunu düşünebiliriz.
“Kamusal” ve onun karşıtı olarak “özel” kavramları neyi anlatırlar?
Bu sorunun yanıtı, bu iki kavramın hangi disiplin içerisinde anlaşılmaya çalışıldığına göre değişir.
Örneğin hukukta kamu-özel ayrımı başka bir anlama, iktisatta başka bir anlama ve nihayetinde siyasal düşünce içerisinde başka bir anlama sahiptir. Örneğin hukuk alanında kamu hukuku, devletle yurttaşlar arasındaki ilişkinin düzenlenmesine göndermede bulunurken, özel hukuk bireyler arasındaki hukuki ilişkilerin düzenlenmesine göndermede bulunur. İlkinde taraflar arasında kamunun lehine hiyerarşik bir üstünlük ve dolayısıyla eşitsizlik mevcutken, ikincide, taraflar eşit statüdedirler.
İktisatta, kamu mülkiyeti, devlet tarafından kurulan, devlet mülkiyetinde olan, her zaman piyasa kurallarına riayet etmesi gerekmeyen ve sosyal politikaların uygulanmasında bir araç niteliği taşıyabilen, kurum ve kuruluşları anlatır. Özel mülkiyet, ise sermaye sahiplerinin üretim araçları üzerindeki mülkiyetini ve bireysel mülkiyete işaret eder.
Siyasal düşünce açısından ise kamusal ve özel sözcüklerinin taşıdığı anlam, hukuktakinden ve iktisattakinden farklıdır ve burada kamusal, yalnızca devlete ait olanı ifade etmez.
Antik Yunan düşüncesine başvurmak, siyasal birçok kavramda olduğu gibi, kamusal ve özel kavramlarını da anlamak açısından en iyi yol olarak karşımızda durmaktadır. Antik Yunan’da özel kavramını temsil eden sözcük olan oikos, “hane” anlamına gelir. Hane, insanın yemek, içmek, ekonomik üretimde bulunmak ve çoğalmak gibi özel faaliyetlerini gerçekleştirdiği alandır. Bir parantez açarak belirtmek gerekirse, ekonomi sözcüğü, üretimin haneye ait olması nedeniyle, oikos-nomos (hanenin yasası) sözcüğünün dönüşümüyle ortaya çıkmıştır; çünkü iktisadi faaliyet, Antik Yunan’da, kamusal (ve dolayısıyla siyasal) değil, özel bir faaliyet olarak görülür. Hannah Arendt, tam da bu nedenle, eğer duymuş olsaydı, bir Yunanlının, politik iktisat terimini, iki çelişik kavramın yan yana gelmesi şeklinde algılayacağını ve bu nedenle ona hiçbir anlam ifade etmeyeceğini söylemiştir.
Kamusal sözcüğünü temsil eden kavram ise polistir. Mekânsal anlamda, Antik Yunan kent devletini anlatan polis, siyasal ve toplumsal anlamda, bireyin biyolojik var oluşunu aşıp kendini diğer canlı türlerinden ayırabildiği, gerçekten insan olabildiği yere işaret eder. Polisin işlerine ve kolektif karar alma süreçlerine katılım, polisin sakinleriyle kurulan iletişim, konuşma ve tartışma, yani politika, insanı insan yapar ve bu nedenle Aristoteles’e göre insan zoon politikondur, yani siyasal hayvandır.
Kamusal ve özel olana ilişkin bu kavramsallaştırmanın bugün de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Özel alan, hane, yani evdir. Evden çıkıp, toplumsal yaşama katıldığımız anda, kamusal alan başlar. Kamusal alan, diğer insanlarla, ötekilerle karşılaştığımız, iletişim kurduğumuz, mübadelede bulunduğumuz, siyaset yaptığımız, âşık olduğumuz mekânların hepsine birden verilen addır. Okullar, hastaneler, bankalar, sinemalar, sokaklar, meydanlar ve parklar kamusal alana dâhildir, insanı kendi özel alanından, kendi mahremiyetinden çıkarıp, kamusalın bir parçası haline bu yerler getirir çünkü.
O halde söyleyebiliriz: Türkiye’de kamusal alanda bir türban yasağı bulunmamaktadır. Türbanlı kadınlar, sokakta, hastanelerde, bankalarda, kamusal niteliği haiz bütün alanlarda, türbanlarıyla bulunabilirler, kimse onları engellemez. Türbanlı oldukları için, herhangi bir ayrımcılığa maruz kalmazlar, kamu hizmetlerinden eşit ölçüde yararlanırlar, iletişim ya da ulaşım gibi gasp edilmiş herhangi bir hakları yoktur ve girip çıkmalarının engellendiği herhangi bir mekân da bulunmamaktadır.
Bunun iki istisnası mevcuttur: türbanlarını çıkarmadan üniversite kampuslarından içeri giremezler ve kamu sektöründe çalışamazlar. İlkinin, sayısız kez şahitlik ettiğim üzere, kimi okullarda fiili geçerliliği yoktur. Derslere ve sınavlara türbanla girilebilen üniversiteler mevcuttur. İkincisine gelince, kimi taşra illerinde, bu yasağın da fiilen delindiğine ilişkin duyumlar söz konusudur. Böyle olmamış olsaydı bile, bu iki yasağın bir özgürlük sorunsalı olup olmadığı tartışılması gereken bir meseledir.
Türban sorunu, icat edilmiş, bir mağduriyet söylemiyle taçlandırılmış, bir özgürlük sorunsalıymış gibi gösterilmiş ve bu niteliğiyle muhafazakâr demokrat hegemonyanın oluşumunda da büyük rol oynamıştır. Türbanla özgürlük arasındaki ilişki ve bu ilişkiye sol bakışa ilişkin tartışma ise bir sonraki yazının konusu olacaktır.