Son birkaç hafta Ortadoğu coğrafyasında bölgenin gidişatına yönelik gelişmelere bir Bedevi Dervişi gibi çölde gezerek göz attığımızda, karşımızı savaştan gıdasını alan tüccarların çok yönlü pazarlıkları çıkıyor. Irak eksenli devam eden bölgenin belirsiz süreci ve ABD, İsrail ve bölge devletleri başta olmak üzere uluslararası güç merkezlerinin bu süreci kendi lehlerine çevirme stratejileri bölgeye dayatılıyor. Tabir yerindeyse […]
Son birkaç hafta Ortadoğu coğrafyasında bölgenin gidişatına yönelik gelişmelere bir Bedevi Dervişi gibi çölde gezerek göz attığımızda, karşımızı savaştan gıdasını alan tüccarların çok yönlü pazarlıkları çıkıyor.
Irak eksenli devam eden bölgenin belirsiz süreci ve ABD, İsrail ve bölge devletleri başta olmak üzere uluslararası güç merkezlerinin bu süreci kendi lehlerine çevirme stratejileri bölgeye dayatılıyor. Tabir yerindeyse bu savaş tüccarları şeytanla yatıp şeytanla kalkıyorlar.
Irak’taki serseri terör Şatt ül-Arap’tan Bağdat’ı aşarak bereketli Mezopotamya topraklarının kadim Kürt kentlerinden Kerkük, Erbil, Musul vs gibi yerlerde yönünü arayarak, günlük hayatta zemin bulmaya çalışıyor. Uluslararası güçlerin yanı sıra bölgenin gerici devletleri süreçten kendilerine vazife çıkararak, kültürel zenginlik olarak görmedikleri Mezopotamya’nın kadim Kürt halkına karşı hep yok etme politikasında ısrarcılığı sürdürüyorlar.
Hal böyle olunca da Mısırlı ıslahatçı aydın din adamı Muhammed Abdu’nun, Kavalalı Mehmet Ali Paşaya yönelik “yaşatmayı hiç bilmedi ama öldürmeyi hep becerdi” belirlemesi bugün halen bölgenin gerici devletlerinin başında bulunan yöneticilere uymaktadır.
Özellikle Türkiye’deki egemen kimi çevrelerin Güney Kürdistan’a “girerim, yakarım ve saldırırım” gibi Kürtleri hakir gören kibirli, ırkçı ve şoven politikaları bölgenin istikrarına yönelik hiçbir fayda sağlamayacağı gibi, halklar arası kin ve nefreti de körüklemiş olacaktır. Bu meyan da Ortadoğu’ya hiçbir zaman dost olmayan ve hatta Ortadoğu’yla hiçbir ilgisi bilgisi olmayan Türkiye, İsrail gibi “en iyi Arap ölü Arap, Araplardan olsa olsa Yahudilere hizmetçi olur” mantığı ile hareket ediyor.
İsrail’in bu mantığıyla Türkiye’nin egemenleri “Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır” anlayışını getiriyor ve Ortadoğu’daki kültürel zenginliğe hiçbir zaman tahammül edilmiyor. Kendi dışındaki uluslara düşmanca yaklaşan ve bölgeye salt müktesebat olarak bakan Türkiye’deki egemen anlayış, geçmişte olduğu gibi bugün de bir çok kirli ittifakın kapılarını aralıyor.
Bölge gerici devletlerinin, bölgenin sorunlarına şom yaklaşımları devam ettiği müddetçe, bırakın bölgenin içerisinde bulunduğu sorunların çözülmesini, var olan sorunların daha da derinleşmesi için birbirlerinin varlıklarından yararlanarak pinti ve mülevves (kirli) sürecin değirmenine suyu akıtıyorlar. Bu vesileyle de bölgenin gerici devletlerinin bu gerici ve yayılmacı politikaları bölgede gözü olan güç ve güçlerin politikalarına zemin hazırlıyor.
Son günlerde tekrar Türkiye’ye çağrılan veya gönderilen Nuri El-Malik’i, Türkiye ve İran arasında Kürtler konusunda devam eden pazarlığa mütemayil olmaya çalışıyor. El- Maliki Ankara görüşmesinden sonra ayağının tozu ile İran Mollaları ile görüşmek için Tahran’a giderek, Tahran’ın Ankara’ya ilettiği mesajı ve Ankara’nın İran Mollalarına ilettiği mesajı getirdi götürdü.
Bu üçlünün gündemi de her ne kadar Irak’taki gelişmeler, kaos ve güvensizlik ortamı olarak yansıtılsa da, gündemleri ağırlıklı olarak Kürtlerin geldikleri süreç ve bölgede elde ettikleri imkanlar olup, süreç içerisinde ileriye yönelik Kürtlerin gelişip kökleşmeden nasıl boğarız hesapları yapılmaktadır. Yani şuan Arap sultacılığının bir parçasından kurtulan Kürtlerin yeniden nasıl Kasr-ı Şirin sürecine dahil edilebileceği gibi mantıksız, hesaplar ve stratejiler oluşturulmaya çalışılıyor.
Öte yandan buna mukabil Ortadoğu coğrafyasının bu yakasında bu pinti ve mülevves pazarlıklar devam ederken, coğrafyanın batı yakasında da Filistin halkına yönelik diğer kirli bir pazarlık revaçtadır. Bu pazarlığın tüccarları olan Batılı emperyalist merkezler, İsrail Siyonizm’i ve Arap yarımadasındaki köhnemiş, eskimiş kabile hanedanlarının kendi geleceklerini ve koltuklarını koruma babından Filistin davasının güdükleştirilmesine çalışıyorlar.
Bu güçlerin bölgenin mustazaflarına (güçsüzlere) yönelik stratejik planlarına “bir dönemin devrimcisi” olarak görünen ve Oslo sürecinin mimarlarından olup, bu süreçle ilgili yazdığı 600 sayfalık kitabının hiçbir yerinde işgalden söz etmeyen Mahmud Abbas mecra siyaseti içerisine girerek, Filistin halkı nazarından güvenirliliğini adım adım yitirmektedir.
Bu vesileyle Faruk Kaddumi, Londra’da yayınlanan el-Kudüs gazetesine verdiği demecinin bir yerinde; Mahmud Abbas için “O hiçbir zaman devrimci olmadı. Silahlı mücadele ve direniş konusunda hiçbir şey bilmez. Biz Beyrut’ta mağaralarda, siperlerde, kanallarda savaşırken o bizim yanımızda bulunmadı” diyordu.
Gelinen son süreçte İsrail’in özellikle Gazze’ye yönelik uyguladığı ve 1,4 milyon Filistinliyi açlıkla ve susuzlukla terbiye etme gibi insanlık dışı vahşi uygulamaları sürmektedir. İsrail’in Gazze’ye yönelik yeni işgal planına M. Abbas’ın refakat etmesi geçmişte FKÖ’ye karşı Batı emperyalist güçlerin, İsrail’in ve bölge gericiliğinin yanı sıra siyasal İslamcıların yaptıkları ortaklıkta roller değişmiş, bu kez El Fetih’den Mahmud Abbas ve ekibi aynı uygulamalara refakat etmeye başlamıştır. Oysa bundan birkaç gün önce Aril Şaron’dan sonra en çok Filistinli kanına eli bulaşmış ve şuan savunma bakanı olan Ehud Barak, Mahmud Abbas’ın “ortaklığını güvenilmez” olarak tanımlamaktaydı. Barak; “Filistinlilerle yakın bir gelecekte barışın hayal olduğunu” ve “en azından 5 yıl içerisinde bir barışın mümkün olmadığını ve Batı Şeria’daki kontrol noktalarını ellerinde tutmayı sürdüreceklerini” (10.08.07 Yedioth Ahronot gazetesi) söylüyordu. Bu anlamda Filistin halkının arzularını göz ardı eden Filistin yönetimi her ne kadar Tel-Aviv’in arzularını yerine getirseler de buna göre tünelin ucunda şuan özgür bir Filistin’e yönelik Siyonist yayılmacı ideolojinin önünde böyle bir reçete bulunmuyor.
Sonuç itibariyle, Filistin’de yapılan 2006 seçimlerinden bu yana Hamas’ın nizama getirilmesi için sürdürülen uluslararası düzenek çerçevesi içerisinde inişli çıkışlı bir sürece giren Filistin mücadelesi, El-Fetih ve Hamas husumetine dönüştürüldü.
Bu süreç içerisinde Şam, Kahire ve Mekke anlaşmaları ve görüşmeleri, Filistin sorununa geçer akçe olmadı. Olmadığı gibi de İsrail “İran sınırlarımıza dayanıyor” gerekçesiyle yeni saldırı ve işgal hareketine zemin hazırlamaya başladı. Bu anlamda ABD’nin İsrail’e 30 milyar dolar tutarında hibe olarak vermek istediği silahları göz önüne alırsak, İsrail’in önümüzdeki süreç içerisinde Hamas’a yönelik kuşatma ve İran cephesinden kopartma stratejisini hayata geçirmeye ve hatta Hamas’ın yanı sıra bir başka alana saldırmaya çalışacağı açıktır. Eğer önümüzdeki süreçte Hamas’ı bertaraf edemediği taktirde ise, Filistin’de Hamas’lı bir sürece de muhatap olmak zorunda kalacaktır. Yani İsrail, Arapların oluşturduğu deniz ortasında kendini sağlama alabilmek için saldırgan ve yayılmacı bir zeminde ısrarcılığını sürdürecektir.
Zira ABD, İsrail ve bölge gerici rejimlere göre, geçen yıl İsrail’in Hizbullah’la girdiği savaş halen tamamlanmış bir savaş değildir. Bundan dolayı da İsrail basını Lübnan’da “yeni bir savaş kaçınılmaz” gibi psikolojik medya savaşını sürdürüyor. Yani İsrail bu psikolojik spekülasyon ile Lübnan’da patlamaya hazır fay hatlarını yeniden yoklayacaktır. Çünkü ülkenin içerisinde bulunduğu ve halen devam eden krizler, Lübnan
‘da gün geçtikçe tehlikeli bir sürece doğru boynunu uzatıyor. Artı bu ülkede eğer bir terslik olmazsa yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleri önümüzdeki haftalarda başlayacak.
Yani şimdiki Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un görev süresi Kasım’da doluyor ve yeni seçilecek olan Cumhurbaşkanı da Maruni’lerden seçilmesi gerekiyor. Bu süreci Batı merkezleri, İsrail ve bölgedeki müttefikleri kendi lehlerine çevirmek için Lübnan’da fay hatlarının ibreleriyle oynayacaklardır. Bu tür gelişmelere yönelik Hizbullah da sorunların çözülmesi için sorunun muhataplarına ulusal birlik hükümetinin biran önce kurulması çağrısını yenileyip duruyor.