Biraz abartarak söyleyeyim: Avrupa kapitalizminin son “müdahaleci” kalesi, Fransa da, Sarkozy’yi cumhurbaşkanlığına seçerek Anglo-Sakson türü neo-liberalizme teslim oldu. Niye “abartarak” diyorum? Almanya’da Schröder’in sosyal-demokratları bu işi büyük ölçüde tamamlamışlardı; ama İskandinavya’daki teslimiyet henüz tam değil. Bir de, Fransa’nın asıl stratejik teslimiyeti, 1982’de Mitterand sosyalist-komünist ittifakın ürünü olan “ortak program”dan vazgeçtiğinde gerçekleşmişti. Şimdi, Sarkozy, eskinin kalıntılarını […]
Biraz abartarak söyleyeyim: Avrupa kapitalizminin son “müdahaleci” kalesi, Fransa da, Sarkozy’yi cumhurbaşkanlığına seçerek Anglo-Sakson türü neo-liberalizme teslim oldu. Niye “abartarak” diyorum? Almanya’da Schröder’in sosyal-demokratları bu işi büyük ölçüde tamamlamışlardı; ama İskandinavya’daki teslimiyet henüz tam değil. Bir de, Fransa’nın asıl stratejik teslimiyeti, 1982’de Mitterand sosyalist-komünist ittifakın ürünü olan “ortak program”dan vazgeçtiğinde gerçekleşmişti. Şimdi, Sarkozy, eskinin kalıntılarını tamamen temizlemeyi üstleniyor.
Sarkozy, Fransa’nın öz değerlerini Fransızlara hatırlatarak cumhurbaşkanlığına seçildi: “Geçmişin fikirlerini, alışkanlıklarını unutunuz. Çalışkanlık, otorite, disiplin, ahlâk, saygı ve meziyeti ödüllendirme… Bu değerleri canlandırınız.” Babası Macar, annesinin babası Selanik göçmeni bir Yahudi; yani etnik köken olarak dörtte üç oranında “yabancı” olan Sarkozy, aynı zamanda sıkı bir Fransız milliyetçisi… (Fransız milliyetçiliğinde, “yabancılık” sınırları etnik, ırkî kökene değil, asimilasyon derecesine dayanır.) Bu göçmen çocuğu, göçmenlerden hiç hoşlanmıyor: “Çalışıp çabalayarak Fransa ile bütünleşeceklerine, tarihin derinliklerine bakarak Fransa’nın kendilerine borçlu olduğunu ileri sürerler; Fransa’yı sevmezler; ona birşey vermek istemezler; ama her şeyi Fransa’dan beklerler… Ben de onlara söylüyorum: Topraklarımızda kalmak zorunda değilsiniz…”
Sarkozy, kurulu düzeni sorgulayan, sarsan her türlü aykırı hareketten nefret ediyor. Ona göre 1968 hareketlerinin mirası, Fransa’nın bugünkü hastalıklarının da temelinde yatıyor: “(O dönemde) herşey meşru idi; otoritenin, iktidarın sonu gelmişti; nezaket son bulmuştu; saygı son bulmuştu; kutsal olan hiçbir şey kalmamıştı; her şey kötüydü; hiçbir kural, hiçbir yasak kalmamıştı; güzel ile çirkin, iyi ile kötü arasında fark yoktu…” Ve “aileye, topluma, devlete, ulusa, Cumhuriyete karşı nefret” bunlardan beslenmiştir.
Sarkozy’nin göçmenlere karşı hissiyatının sınıfsal bir boyutu da var; ancak saldırısının hedefini genişletince, emekçi sınıf ve katmanların iç bölünmelerini beslemeye özel çaba gösteriyor. Ona göre, Fransa’nın temel bölünmesinin bir kanadında sendikalılar, kamu personeli gibi güvenceli koşullarda az çalışıp çok kazananlar veya “çalışmak istemeyen”, sosyal güvenlik sisteminden beslenen; böylelikle “bilinçli olarak başkalarının sırtından geçinen” bir grup var. Diğer kanadında da “erken kalkıp, çok çalışanların”, meziyet ve yeteneklerinin karşılığını almadıklarını hissedenlerin ve “beceriye, eğitime, çalışmaya inanmış, şikâyet etmeyen, arabaları yakmayan, trenleri durdurmayan, sessiz çoğunluğun Fransa’sı” vardır. .
Sarkozy, böylece, emekçi sınıfların geçmiş kazanımlarını mümkün mertebe tasfiye etmeyi hedefleyen burjuva siyasetinin ABD’de, İngiltere’de, Berlusconi ile İtalya’da uyguladığı söylemleri Fransız tonları katarak benimsemektedir. Diğerlerinde de olduğu gibi, özellikle büyük burjuvaziye kaynak aktarmayı hedefleyen politikalar, bu söylemde gözden uzak tutulur. Her ülkenin kendine özgü ideoloji örgüsü kullanılarak, emekçi katmanlar arasındaki ayrılıklar abartılır; halk sınıflarının değer sistemlerinden işlerine yarayan öğeler cımbızla bulunup çıkartılır ve seçim platformlarının temel gündemleri haline dönüştürülür. (Türkiye’de de AKP’nin halkın sınıfsal gündemini dışlayarak oluşturmaya çalıştığı seçim kampanyası aynı çerçeveye oturtulabilir.)
Sarkozy de sağcı burjuva siyasetinin bu stratejisini Fransa koşullarına uyarlamıştır. İlk önce, Fransa’nın “hasta” olduğunu; tedaviye muhtaç olduğunu kabul ettirmeyi hedeflemiştir. “Hastalık” iddiası abartılıdır. Fransa, Batı kapitalizminin teknoloji öncülerinden ve saat başına (“işçi” başına değil) verim bakımından liderlerinden biridir. Son yıllarda büyüme hızı büyük Batı ekonomileri içinde sadece ABD ve İngiltere’nin gerisinde kalmış; buna karşılık 2006’da yüzde 9 olan işsizlik oranı bakımından metropol ülkelerinin en ön sırasına oturmuştur. İşsizlik faturası işgücü piyasalarının “katılığına” çıkarılmış; Sarkozy bu teşhisi, örgütlü ve çalışan emekçilerin sözde ayrıcalıklı konumlarına taşımış; büyük sermaye lehine önerdiği vergi indirimlerini, “vergilerseniz kaçarlar” klişesiyle geçiştirmiştir.
Beyaz yakalı, eğitimli ücretlilerin üst gelirli katmanlarının, profesyonel grupların, yöneticilerin, tüm katmanlarıyla burjuvazinin bu türden söylemlere; ayrıca “suça sıfır tolerans; suçluya mazeret bulmaya son” sloganlarına duyarlı olduğu ve bu nedenlerle Sarkozy’ye oy verdikleri seçim sonrası anketlerden ortaya çıktı. Segolene Royal için en önemli teselli öğesi ise gençler tarafından yeğlenmiş olduğudur.
Fransa’da sendikalaşma oranı düşüktür; halkın kafası karışmıştır; ideoloji savaşını büyük burjuvazi kazanmıştır. Ancak, Avrupa devrimci geleneğinin temsilcisi olan bu ülkede sokak sık sık son sözü söyler. Varoş işsizlerinden, öğrencilerden, belki de belli işçi gruplarından kaynaklanacak çalkantılar ufukta görünüyor.