28 Şubat 1997’de, kimilerine göre “post modern darbe” olarak ifadelendirilen, ordunun politik sürece müdahalesi üzerine yaklaşık olarak 10 yıl geçti. Genelkurmay, bu kez 27 Nisan 2007 tarihinde, kamuoyunda ‘muhtıra’ olarak tanımlanan bildiri ile politik sürece bir kez daha müdahale etti. Sistemin iç politik dengeleri bir bakıma ‘yeni’den belirlendi. Her on yılda bir yapılan darbelerin yerini […]
28 Şubat 1997’de, kimilerine göre “post modern darbe” olarak ifadelendirilen, ordunun politik sürece müdahalesi üzerine yaklaşık olarak 10 yıl geçti. Genelkurmay, bu kez 27 Nisan 2007 tarihinde, kamuoyunda ‘muhtıra’ olarak tanımlanan bildiri ile politik sürece bir kez daha müdahale etti. Sistemin iç politik dengeleri bir bakıma ‘yeni’den belirlendi. Her on yılda bir yapılan darbelerin yerini bu kez ‘muhtıra’lar almaya başladı. Bu nedenle sistemin sürekliliği bakımından ihtiyaç duyulan bu iki güç arasındaki ilişkinin kavranması önem kazanmaktadır.
Mevcut politik dengeler içerisinde Türkiye’de devlet-ordu-tarikat ilişkisi, siyasal sistemin en önemli halkalarından birini oluşturmaktadır. İdeolojik ve politik olarak birbirini besleyen bu üç yapı arasında ilişki sanıldığı gibi karmaşık değil. Türkiye’nin içerisine girmiş olduğu politik krizde tarikat/politik-İslam ile ordu/Kemalizm arasında siyasal rejim bakımından ciddi bir iç çatışmanın olduğuna dair ileri sürülen savlar aslında gerçeği bir bütün olarak yansıtmamaktadır.
Çünkü birbirine ‘düşman’ gösterilen iki temel güç olan ordu ve tarikatlar, sistemin temel dinamiğini oluşturmaktadırlar. Kapitalizmin tarihsel çıkarları için sürekli birbirlerine ihtiyaç duyan tarikatlar ile ordu, siyasal mücadelenin yükseldiği, sosyalist hareketin toplumsal bir güç olduğu dönemlerde, aynı cephede yer alıp sosyalistleri yok etmek için ortak hareket ettiler.
Ordunun, darbe ile yönetimi ele geçirdiği her üç tarihsel dönem (27 Mayıs 1961- 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980) içerisinde, tarikatların toplumsal bir güç olabilmeleri için devletin bütün olanaklar kullanıldı. Bugün tarikatlar ya da İslami güçler ekonomik ve politik olarak ‘sistemi’ etkiyecek bir düzeye ulaşmışlarsa, bundan askeri darbelerin son derece önemli bir etkisi ve sorumluluğu vardır. Aynı şekilde, Türkiye’de ordu tarafından gerçekleştirilen bütün askeri darbeler tarikatlar tarafından desteklendi.
Said Nursi’nin avukatlarından ve cemaat içindeki etkinliği ile tanınan Bekir Bek’in, Yeni Asya gazetesi’nin 10 Şubat 1971 tarihli sayısında, ordunun verdiği muhtıra üzerine yaptığı değerlendirme ilgi çekicidir: “Bu ses tarihimizin sesidir. Bu ses sanki Mohaç’tan gelen sestir. Bu ses Malazgirt’ten yükselen bir sestir. Bu ses Kanije gazilerinin sadasını aksettirmektedir.. Bu ses hürriyet ve istiklalimizin, bu ses din ve imanımızın, şerefimizin ve hasiyetimizin bekçileri şerefli paşalarımızın, erlerimizin tek kelimeyle Mehmetçiğimizin sesidir… Bu ses, sağa da sola da gelişi güzel yumruk sallayanların değil, tehlikenin nereden geldiğini bilen, gören ve onun üstüne yürüyen, ve onlara son defa ‘Hizaya gel’ komutunu verenlerin sesidir. Bu ses meseleleri kanunların çerçevesinde halletmek isteyenlerin, bu ses millet iradesini korumayı ahdedenlerin sesidir…”[1] 12 Mart 1971 askeri darbesini, bu kadar içten ve coşkulu karşılayan, destekleyen başka bir siyasal çevre bulmak her halde zordur. Bu nedenle İslami politik güçler, her ne kadar ideolojik olarak Kemalizm’e karşı olsalar da, bunlar her zaman devletin politik yapısını savunan, koruyan ve destekleyen güçlerdir.
Tarikatların kendileri de askeri darbelerden, zaman zaman çok küçük de olsa ‘nasibini’ almalarına rağmen, stratejik çıkarları bakımından orduyu desteklemeye devam ederler. Çünkü her darbe, tarikatların stratejik çıkarlarına hizmet etmekte, kendilerine rakip olabilecek bütün ilerici ve devrimci kuvvetleri ezmektedir.
Politik İslamcı hareketin en etkin liderlerinden biri olan Gülen’in 26 Aralık 1986’da orduya ilişkin değerlendirmeleri şöyledir; “Yayınladığımız ilmi, edebi ve ahlaki bir dergi olan Sızıntı’da hiçbir zaman siyasi ve ideolojik, milli birlik ve bütünlüğü bozucu, milli ve ahlaki değerlere ters, suç teşkil eden herhangi bir yazı yayımlanmamıştır. Bilakis çeşitli zamanlardaki sayıları incelendiğinde daima ordumuzun ve emniyet güçlerinin yanında olarak, hitap ettiği okuyucularına asayiş ve huzurun telkinini yaptığı görülecektir…”[2]
Askeri darbeleri ve orduyu hemen her dönem destekleyen Gülen, bir başka yazıda şöyle diyor: “Her milletin tarihinde askeri bir tepe varlıktır… Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Aşıktır askerliğe, serhat boylarına, akına ve kavgaya… Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük… Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçilmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam…”[3] Kemalist düzene karşı olan İslamcılar, neden Kemalist olmakla övünen orduyu darbe yapması için göreve çağırmaktadırlar. Çelişkili gibi görünen bu durum, aslında, bu iki yapının ideolojik ve politik görüşlerinin esas olarak aynı temeller üzerinde yükselmesinden kaynaklanmaktadır.
Örneğin 12 Eylül 1980 askeri darbecileri, İslami güçlerin, gelişmesi, kitleselleşmesi, ekonomik ve siyasal bir güç olması için devletin bütün olanakları kullandılar. Devletin belirlediği temel politika; Türkiye sosyalist hareketinin gelişimini durdurmak için ‘din olgusu’nu ön plana çıkartmaktı. Toplumda anti-komünist fikirlerin etkin bir taban bulması için tarikatlarla işbirliğine gidildi. Devletin bu temel politikası, hemen hemen bütün tarikatlar tarafından kabul gördü ve destek verildi. Örneğin Gülen sıkıyönetim mahkemeleri tarafından aranmasına rağmen devletin mevcut politikalarını çok aktif olarak destekleyen biri olarak ön plana çıktı. Çağ ve Nesil isimli dergide yayınlanan yazısında şunları belirtiyor; “… Düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimai bünyenin, harici bir kısım eraciften temizleme, arındırılma ve aslına icra zaferi… Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihalerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz…”[4] Toplumsal hareketlerin yükseldiği, işçi grevlerinin, öğrenci eylemlerinin ülkenin her yanına yayıldığı, toplumda politikleşme düzeyinin hızla arttığı ve sistem kurumlarının işlemez hale gelerek tıkandığı bir tarihsel süreçte, generaller askeri darbe ile siyasal iktidarı ele geçirdiler. Generaller sosyalist düşüncelerin toplum üzerindeki etkisini kırmak için de, politik İslamcı hareketin aktifleşmesi için gerekli olanakları sundular. Turgut Özal gibi Nakşibendiler Başbakan Yardımcılığı’na getirildi. Ülke ekonomisi onlara teslim edildi. Türk İslam sentezi politikasıyla da, tarikatlara örgütlenmeleri için gerekli olanakları sunuldu. Din dersleri zorunlu hale getirildi. Üniversitelerde politik İslamcıların etkisi hızla artmaya başladı. Nakşibendi tarikatının liderlerinden Prof E. Coşan, Ankara Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olurken, askeri generallerce yasallaştırılıp sıkıyönetim mahkemeleri tarafından uygulanmaya konulan 1402 sayılı kanun ile yaklaşık 4000 ilerici öğretim görevlisinin işine son verildi. Bunların yerine İslamcı ya da Türk-İslam sentezci öğretim görevlileri atandı.
Türkiye’de sistemin İslamlaştırılmasında, devlet okulları olan İmam Hatiplere çok büyük bir rol biçildi. Özellikle ordu, bu okullarda sistemin ihtiyacına yanıt veren İslamcı kadroların yetiştirilmesini çok açık olarak destekledi.
Örneğin Genelkurmay Başkanlığı yapmış ve aynı zamanda ordu tarafından 1966-1973 yılları arasında Cumhurbaşkanı seçtirilen Cevdet Sunay,
1969 yılında yaptığı bir konuşmada, Devletin ve aslında özellikle ordunun İslamlaştırma faaliyetine vermiş olduğu desteği çok net olarak açıklamaktadır. “Bugünkü (1968-1969) -laik- okullar birer anarşi yuvası haline geldi. Bu -laik- okullardan yetişen gençlere memleket idaresi teslim edilemez. On yıl sonra bunların hepsi işbaşına geçecekler. Onlara nasıl güvenebiliriz? Hem biz laik okullara karşı İmam-Hatip Okullarını ‘bir alternatif’ olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri bu -İmam Hatip- okullarda yetiştireceğiz.”[5]
Ordu ile İslamcı ilişkisine dair birçok somut veri sunulabilir. Örneğin, 12 Mart 1971 askeri darbesinden sonra İsviçre’ye giden İslamcı parti Milli Nizam Partisi lideri Erbakan’ı yeni bir parti kurması için davet eden ordudur. Bunun için Hava Kuvvetler Komutanı Orgeneral M. Batur ile Özel Harp Dairesi Başkanı Org. Turgut Sunalp, Erbakan’ı İsviçre’de ziyaret ederek, Türkiye’ye dönmesi ve yeni İslamcı bir parti kurması için ikna ederler. Hangi tür pazarlıkların yapıldığı bilinmiyor ama Erbakan, ordunun güvencesini alarak Türkiye’ye döndü ve ikinci İslamist partiyi yani Milli Selamet Partisi’ni (MSP) kurdu.
Tarikatların toplumu İslamlaştırma stratejisine destek veren kurumlardan biri Genelkurmay Başkanlığı’ydı. Örneğin 12 Eyül 1980 askeri darbesi ile bu politik çizgi resmiyet kazandı. Örneğin 1981’de Genelkurmay’ın en önemli stratejik kurumlarından biri olan Askeri Tarih ve Stratejik Etüdler’in (ATASE) başkanı olan Tümgeneral Mahmut Boğuşlu, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi’nin 1985 yılındaki ilk sayısında, “Türkiye’de Laiklik ve İrtica Üzerine Psikolojik Harekat” başlıklı yazısında şöyle diyordu: “Kur’an’ı Kerim’i ezbere bilen hafızların yanında Türkler bu mukaddes kitabı 10-15 dakikada ve 3-5 sahifede özetleyebilecek derecede bilgi sahibi olmalıdır. Din adamı tipinde değişikliğe gidilmeli, her türlü meslekten; hakimden, savcıdan, avukattan, lise öğretmeninden, doktordan, gemi kaptanından yeni bir tür din adamları yetiştirilmelidir…”[6]
Toplumun bütün kesimlerinin İslamlaştırılması için bütün meslek grupları içerisinde İslamcı faaliyetin ve propagandanın çok açık olarak yapılması gerektiğine özel bir vurgu yapılmaktadır. Toplumun İslamlaştırılmasını savunan kişi ise Genelkurmay’ın bir generali olup, ayın zamanda en önemli stratejik kurumun başkanlığını yapmaktadır. Demek ki, İslamlaştırma faaliyeti sadece tarikatlara ait değildir, sistemin stratejik bir yönelimidir.
12 Eylül 1980 askeri darbecileri hem sol’a hem sağ’a hem de şeriatçılara karşı olduklarını söyleseler de, 12 Eylül Anayasasına ‘evet’ oyu alabilmek için bu tarikatlarla pazarlığa oturan yine ordudur. Darbe lideri Kenen Evren şöyle demiştir: “Siz, bizim aleyhimize çalışmaz ve yardımcı olursanız, biz de size zorluk çıkarmayız, hatta işinizi kolaylaştırırız.” Laikliği kurtarma bahanesiyle askeri darbe yapan ordunun başı Kenan Evren; İslam Dünyası Birliği (RABITA) tarafından, cami imamlarının aylıklarının ödenmesine onay veren kişidir. Aynı zamanda, RABITA tarafından kurulan ‘Ekonomik Ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi’ örgütünün de başkanlığını yaparak, İslami örgütlenmeye en açık desteği verenlerden biri oldu. Bütün söylemlerinde ‘laikliğin bekçisi’ olduklarını iddia eden Türk ordusunun Genelkurmay Başkanı ve Devlet başkanı ‘uluslararası İslami organizasyonlar’a başkanlık yapabilmektedir.
1982’de Generaller tarafından hazırlanan anayasanın 24. maddesi “Din ve ahlak eğimi ve öğretimi devletin gözetimi altında yapılır. Din kültür ve ahlak eğitim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer almaktadır.”[7] Generallerin hazırlamış olduğu anayasa ile Türkiye’de din eğitimi ilkokul, ortaokul ve liselerde zorunlu hale getirildi. Kenan Evren devlet denetimine alınan Kur-an kurslarında çocukların dini eğitim alması için çıkarttıkları yasaları savunurken şunları belirtiyor: “Din eğitimi çocuklara aile tarafından verilmez. Aslında aile bu eğitimi vermeye çalışsa bile, yanlış, eksik veya kendi bakış açısından öğretebilir; dolayısıyla bu uygusuzdur… Size çocuklarınızı yasadışı Kur-an kurslarına göndermemenizi daha önce de söylemiştim. Şimdi bunu anayasa hükmü haline getirdik. Artık din, devlet tarafından devlet okullarında öğretilecek. Şimdi biz laikliği çiğniyor muyuz, yoksa ona hizmet mi ediyoruz? Tabii ki hizmet ediyoruz. Laiklik Türk insanını dini eğitimden mahrum bırakıp, onu din istismarcılarının eline teslim etmek değildir…”[8] Böylece ‘laik’ devlet, toplumu İslamcılaştırmak için yürüttüğü dinsel faaliyeti anayasal güvenceye alarak, tarikatlara veya cemaatlere önemli bir güvence vermiş oldu.
Türkiye’de İmam Hatip Liseleri mezunlarına, Yüksek Öğrenim Kurumlarının bütün fakültelerine girme imkanını tanıyan yasa, Haziran 1983 yılında Cunta Lideri Kenan Evren ve Milli Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilerek yürürlülüğe kondu. Uğur Mumcu öldürülmeden iki gün önce Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan makalesinde bu konuya ilişkin şunları söylüyordu; “Milli Eğitim Temel Yasası’nın 31. maddesi, liseleri bitirenlerin ancak yetiştirildikleri yönde yükseköğrenim yapacakları ilkesinde yapılan bir değişiklikle, bütün liselere istedikleri yükseköğrenime gitme hakkı tanındı…”[9]
Şeriatla mücadele ettiğini iddia eden ordunun askeri kışlalarında, hemen hemen bütün askeri birliklerin camilerinde ve mescitlerinde şeriat propagandası yapılmaktadır. Ankara Mamak Tümen Camii İmamı’nın verdiği vaaz, başka bir camide verilse ortam bir anda politik bir karmaşaya dönüşür; “Bir müminin birinci vazifesi, şeriat-ı garrayı Muhammediyeyi ihya etmek, diriltmektir. Eğer o şeriat yürürlülükte kaldırılmışsa, onu yürürlüğe koymak için cihad etmektir. Kur’an nizamını tekrar yürürlüğe koymak için fiilen mücadele etmek zorundayız. Bunu hapis ya da idam korkusuyla yapmaktan kaçınanlar, Allah katında büyük cezaya çarptırılacaklardır..”[10]
Türkiye’de Çiller’in Başbakan olduğu Kasım 1993’de toplanan ve esas olarak da ABD’nin organize ettiği, Uluslararası 1. Din Şurasının en önemli kararlarından biri şu sözlerle ifade ediliyordu; “Türkiye’nin önderliğinde, İslam aleminde Hilafet’e giden ana caddenin taşlarını döşemektedir…” Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş bu karara, ” 1. Din Şurası’nı toplama başarısını gösteren Diyanet İşleri Başkanlığı’nı…” kutlayarak destek sunuyor.[11] Laikliğin bekçisi olduğunu iddia eden ordunun Genelkurmay Başkanı, “Bizden laik olmamızı isteyen Batılılar önce kendileri laik olsunlar…”[12] diyor.
İslamcı hareketin politik bir güç haline gelmesinde ordunun izlemiş olduğu politikaların önemli bir etkisi var. 28 Şubat 1997 tarihinde ordunun İslamcı güçlere yönelik başlattığı ‘politik’ denetim operasyona rağmen, tarikat çevrelerinin çıkarttığı bütün dergiler, ordunun camilerinden mescitlerine kadar hemen hepsinde bulunmaktadır. 15 Şubat 1997 yılında tarikatlara karşı geliştirilen eylem planına bağlı olarak kışlalardaki camilerde, faaliyetlerin sınırlandırılmasına ilişkin olarak Jandarma Genel Komutan Teoman Koman imzasıyla yayımlanan talimattan anlaşıldığı gibi, İslamcı akımların ordunun birçok kurumunda yoğun bir propaganda faaliyeti içerisinde oldukları ve ciddi düzeyde bir örgütlenmeye gittikleri görülmektedir. Burada önemli olan sorun, 28 Şubat sürecine kadar laik geçinen bir ordunun hemen her kurumunda minareleri yükselen camilere neden izin verildi. Tarikatlara ait dergilerin ve gazetelerinin ordunun hemen her kışlasında bulundurulması ne ile açıklanabilir .
Her yıl en az 60-70 subay, astsubay, irticai faaliyetlerden dolayı ordudan atılırken, yine de tarikat örgütlenmeleri devam ediyor. Hatta subayların yüzde 2’sinin tarikatçı olduğu da belirtilmektedir. Ordudaki hemen hemen bütün subaylarının Türk-İslam sentezine göre eğitilmesi ve yetiştirilmesi sistemin çok bilinçli bir politik tercihi olarak algılanmalıdır. Askeri kuvvetlerle politik İslamcı güçler arasındaki dolaylı ilişki aynı zamanda ABD’nin Ortadoğu politikasının bir ürünüdür. Devletin temel politikalarının belirlenmesinde, bölgesel stratejilerin oluşturulmasında en etkin kurum olan ordunun, İslamcı güçlerle olan doğrudan ve dolaylı bağlarının, sadece Türkiye’yi ilgilendirmediği, uluslararası ilişkilerin bölgesel politikalarıyla da ilişkili olduğu artık çok açık olarak kabul gören bir olgu haline gelmiştir.
1- Yeni Asya gazetesi, 10 Şubat 1971.
2- Sızıntı dergisi, 26 Aralık 1986.
3- ÇAKIR R., age, syf. 100.
4- Çağ ve Nesil Dergisi sayı 9, mayıs 1984.
5- Aktaran ÖZAKINCI Cengiz, İblisin Kıblesi, İstanbul, Otopsi yay., 2005, syf. 17-18.
6- GÖKDEMİR Orhan, Devletin din operasyonu:öteki İslam, İstanbul, Sorun yay., 1998, syf.136.
7- 1982 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 24.mad
8- EVREN Kenan Kenan Evren’in Anılar, Cilt-4, M İstanbul, illiyet yay., 1991, syf. 309.
9- Uğur Mumcu, cumhuryet gazetesi, 22 Ocak 1993.
10- POYRAZ Ergün, Milli Nizam Partisi’nden Fazilet Partisi’ne İhanet Belgeleri, M Ankara, K yay., 1998, syf.74.
11- Aytunç Altındal, Yeni günaydın gazetesi, 27.11.1993
12- Aktaran ÖZAKINCI Cengiz, İrtica 1945-1999, İstanbul, Otopsi yay., 1999, syf. 169.
Gokyuzu9@aol.com