“…Devrimciler, kendilerinden ve halktan başka hiçbir şeye hiçbir makama güvenemez. Devrimciler emekçi halkın ve büyük insanlığın yasalarından başka, emeğin ve özgürlüğün yasalarından başka hiçbir yasayla kendilerini bağlamamalıdırlar. Kızıldere katliamı bunun somut tarihsel belgesidir. Kızıldere 35 yıl sonra hala tarihsel acımız, kinimiz ve değerinden yitirmeyen dersimizdir.” Türkiye 1960’larda büyük bir sanayileşme ve köyden kente göç dalgasıyla […]
“…Devrimciler, kendilerinden ve halktan başka hiçbir şeye
hiçbir makama güvenemez. Devrimciler emekçi halkın ve
büyük insanlığın yasalarından başka,
emeğin ve özgürlüğün yasalarından başka
hiçbir yasayla kendilerini bağlamamalıdırlar.
Kızıldere katliamı bunun somut tarihsel belgesidir.
Kızıldere 35 yıl sonra hala tarihsel acımız,
kinimiz ve değerinden yitirmeyen dersimizdir.”
Türkiye 1960’larda büyük bir sanayileşme ve köyden kente göç dalgasıyla sarsılıyor. Köylerden kentlere akan büyük kalabalıklar kentlerin bin bir türlü meşakkatiyle boğuşuyor, eski kimlikler tanımlar dağılıyor yerlerini yenilerine bırakıyor. Sanayileşme Türkiye’nin sosyolojisini yeniden tanımlıyor. 1960’lar Türkiye’sinde manzara kabaca bu.
Bu dönemde Türkiye daha öncesinden bildiği ama pek de iyi tanımadığı bir toplumsal gerçekle yüzleşiyordu: işçi sınıfı. Türkiye hala ağırlıkla bir köylü toplumuydu ama işçi sınıfı toplumsal yaşamın sahnesine doğru ilerliyordu. Köylerini bırakıp kentlere akın edenler buralarda kentle, sanayiyle tanışıyor ve işçileşiyordu. 1960’lı yıllar asıl olarak işçi sınıfının toplumsal yaşamda belirleyici bir unsur olmaya başladığı yıllardı. Kuşkusuz toplumun egemenleri (sermaye, büyük toprak sahipleri) on yılların/yüz yılların egemenlik deneyimine ve kökleşmiş örgütlülüklerine sahiplerdi. İşçi sınıfı ise toplumsal yaşamda yeni yeni bir ağırlık oluşturmaya başlıyor eylemleriyle örgütlülükleriyle henüz emekliyordu. Fakat işçi sınıfının emekleme safhasında bile olsa ortaya çıkan bu ağırlığı toplumun tüm kesimlerinde kendisini hissettiriyordu. Köylüler, gençler, öğrenciler, Aleviler, Kürtler oluşan yeni toplumsal dengeler içinde kendi saflarını yeniden belirliyorlardı.
Sanayileşmeyle birlikte kentlerde oluşan işçi sınıfı tüm toplumun çehresini değiştiriyordu. Eski tarım ve ticaret toplumu çözülüyor tarımın ve ticaretin yanında sanayi baskın yerini alıyordu. Toplumu sanayinin ortaya çıkardığı bu ilişkiler belirlemeye başlıyordu. Evet maraba-ağa ilişkisi halen devam ediyordu ama artık patron ve işçi de vardı. Patron ve işçiyi ortaya çıkaran sanayi eski tarımsal ilişkileri çözüyor her geçen gün daha fazla marabayı kentlerde işçi haline getiriyordu. Önce art arda patlayan işçi direnişleriyle şaşırdı Türkiye; Kavel Kablo, Demirdöküm… Patronlar fabrikalarında işçileri birer köle gibi görmek istiyor en fazla ağanın marabaya tanıdığı kadar hakkı reva görüyordu. Buna karşılık işçiler hakkını arıyor kendisi için yeni ve demokratik bir hukuk talep ediyordu. İşçiler ancak örgütlü hareket ettiklerinde patronlar karşısında bir kuvvet olabildiklerini yavaş yavaş görüyorlardı. İlk patlayan direnişler bu bilincin filizleriydi. Bu filizler büyüdü ve Türkiye’ye birisi işçi sınıfının ekonomik sendikal taleplerine diğeri ise işçi sınıfının ve kendisini işçi sınıfına yakın hisseden tüm ezilenlerin politik taleplerine sözcülük eden iki fidan oldu. DİSK(devrimci işçi sendikaları konfederasyonu) ve TİP (Türkiye işçi partisi)
İşçi sınıfının Türkiye toplumsal yaşamında bir sınıf olarak ortaya çıktığı bu yıllarda tüm toplum bu yeni şekillenmenin sancılarını hissediyor, yeni saflaşmada yerini ve rolünü arıyordu. Bu arayışın köylerdeki karşılığı tütün fındık mitingleri, yeni kurulan köylü sendikalarıydı (ki köylerdeki bu hareketlilik daha sonra toprak işgallerine kadar gidecekti). Memurlar sendikalaşmaya başlamışlardı: TÖS (tüm öğretmenler sendikası bunun başlangıcıydı daha sonra TÖB-DER’e kadar uzanacak, o günlerden bugünlere Eğitim-Sen’i yaratacaktı bu gelenek).
Ve üniversiteler…
60’lı yıllar boyunca sanayileşme zemininde devam eden toplumsal hareketliliğin en belirgin olduğu yer ise üniversitelerdi. Toplumun taşları yerinden oynamıştı, ve bu oynayan taşlar en fazla üniversite gençliğini yeni arayışlara itiyordu. Topluma ne oluyordu? Bu toplum nasıl üretiyordu? Bu toplum nasıl yönetiliyordu? Niçin toplumun küçük bir kesimi toplumsal zenginliklere el koyuyor da büyük kesimi ancak yoksulluk şartlarında yaşamaya mahkum oluyordu? Türkiye niçin büyük emperyalist devletlerin ve özellikle de ABD’nin hizmetindeydi? Bütün bunlar niçin böyleydi? Niçin? Niçin? Niçin?…
Üniversite öğrencileri bu niçinlere öyle cevaplar bulmalıydı ki artık köylüler topraksızlıktan yoksulluktan bitap düşmesin, işçiler alınterinin karşılığını alabilsin, sadece ağaların ve patronların değil, işçilerin köylülerin tüm yoksulların da söz hakkı olabilsin. Eski cevapları biliyorlardı, yeni cevaplar arıyorlardı. Tüm yoksullara tüm ezilenlere karşı kendilerini sorumlu hissediyorlardı.
Üniversitelerde kurulan fikir kulüpleri bu arayışın somut çatıları olmaya başladılar 1960’ların ikinci yarısından itibaren. Fikir kulüplerinde üniversite gençliği dünyayı tüm yoksullar için bir cehenneme çeviren emperyalist kapitalist sistemi tanımaya başlamışlardı: bu bir dünya sistemiydi ve sistemin tepesinde devasa ekonomik askeri gücüyle ABD oturuyor, büyükten küçüğe doğru tüm işbirlikçi devletler de onun altında sıralanıyorlardı. Bu sistemin ülke içindeki işbirlikçileri de belliydi. Kaderini bu düzenle birleştirmiş fabrika patronları ve büyük toprak ağaları asıl işbirlikçilerdi. Türlü yollarla kendileri ve yabancı ortakları yararına işleyen bu düzeni devam ettirmeye çalışıyorlardı. Okullarında eğitim adına bu düzene bağlılığı öğretiyorlar, camilerinde Allah’a bağlılık adına bu düzene boyun eğmeyi öğretiyorlar, mahkemelerinde adaleti değil “mülk”ü ve mülk sahiplerini koruyorlar, bunlar da yetmediğinde askere aldıkları yoksul çocuklarının dipçiğini yine yoksulların kafasına vuruyorlardı. Bu düzen kokuşmuştu. Bir avuç asalak komprador ve toprak ağasından ve onların yabancı ağababalarından başka kimseye hizmet etmiyordu.
Üniversite öğrencileri bir yandan hummalı bir okuma, tartışma faaliyetiyle kendisini, bilincini geliştiriyor diğer yandan da ulaşabildiği her yerde yoksullardan ve dünyanın tüm yoksul ezilen halklarından yana saf tutuyordu. Başını sokacak bir çatı yapmaya çalışan yoksulun gecekondusuna tuğla taşımaktan, Ege’de tütün eken köylülerle dayanışmaya, Ordu’da yoksul köylülerle fındık mitingleri düzenlemeye, işçi direnişlerinde ve grevlerde en ön safta işçilerle kol kola yürümeye kadar her yerde üniversite öğrencilerinin çabaları vardı. Üniversite öğrencileri Vietnam’da ABD’ye karşı Vietkong, Küba’da Che, Filistin’de Abu Ammar’dı. Dolmabahçe’de İstanbul’u güya ziyarete gelen ABD askerlerini denize dökerken Kuvay-i Milliye’nin anti-emperyalist coşkusunu yaşıyorlar, Vietnam direnişinin komünist önderi Ho Chi Minh’i “Ho amca” diyerek coşkuyla selamlıyor, Filistin direnişinin sloganlarını kendi sloganları sayıyorlardı.
Diğer yandan tüm bu çabaların son tahlilde siyasi bir hedefe yönelmesi gerektiğini de TİP’in çalışmalarına aktif olarak katılarak hatta kimi yerlerde yöneticiliğini yaparak gösteriyorlardı. Üniversite öğrencileri tam bir aydınlanma yaşıyorlardı. Nihayet ülkenin kötü kaderini işçilerle köylülerle tüm yoksullarla beraber değiştirebileceklerini görüyorlardı. bu halk kendi kaderine el koyabilir, başındaki egemenleri def edebilirdi; yeter ki halkı bilinçlendirecek,örgütleyecek onu doğru yönlendirecek önderleri olsun.
T.C. ise halktaki uyanışı kaygıyla izliyordu. Türkiye halkları o güne kadar kendilerine biçilen yoksulluk ve baskı elbisesini yırtıp atmak, kendisine sömürünün olma
dığı bir ülkede emek ve özgürlükten libaslar dikmek istiyordu. Özellikle 1965 yılında TİP’in 15 milletvekiliyle meclise girmesi ve bundan sonra halk hareketlerinde gözle görülen artış egemenleri uyandırmıştı. Her ne pahasına olursa olsun halkın uyanışı engellenmeli, düzenin bekası sağlanmalıydı. T.C. bu sömürü ve baskı devam etsin bu çark böyle dönsün diye vardı. Gelsin baskılar, gelsin mahkemeler, gelsin katliamlar. Egemenler bir yandan sinsi bir propagandayla tüm bilinçli işçi ve köylülerin, tüm ilerici aydın ve öğrencilerin Rus ajanı olduğu hurafesini yaymaya çalışıyor, diğer yandan polisi jandarmayı kıyıcı bir biçimde halkın üzerine saldırtıyordu. 1968’de seçim sistemi değiştirilerek TİP’li milletvekillerinin bir yıl sonra yapılan seçimlerde meclise girmesi engellendi. Her yerde devletin teşviki ve yönlendirmesiyle pıtrak gibi komünizmle mücadele dernekleri kurulmaya başlandı. Alparslan Türkeş’in önderliğinde devlet desteğiyle sivil faşist çetelerin örgütlenmesine ve desteklenmesine hız verildi. Evet egemenler ve onların devleti boş durmuyordu. Polis İstanbul Teknik Üniversite yurdunu basıp öğrenci Vedat Demircioğlu’nu öldürdüğünde yıl 1968’di. Vedat’ı Teknik Üniversite yurdunun 5. katından atarak katliamlar perdesini açtılar (açılan bu sahne daha sonra Kanlı Pazar’la sürecek, 12 Mart’ta Kızıldere ve Deniz’lerin idamıyla iyice tahkim edilecekti. 1 Mayıs 1977, Çorum ve Maraş katliamları halk düşmanlığının tarihsel ibret belgeleriydi. Zaten bunları 12 Eylül 1980 ve ardından da Kürdistan’daki kirli savaş izleyecekti.)
Aslında dünyanın her yerinde bir halk uyanışa geçtiğinde olan şeylerin benzeri Türkiye’de de oluyordu. Olan buydu. Egemenler ve onların devleti uyanışı her ne şekilde olursa olsun bastırmaya çalışıyordu. Bastırıyor, saldırıyor, katlediyorlardı. Mücadele sertleşiyor, keskinleşiyordu. Fakat halk o eski “eline vur ekmeğini al” halinden de çıkmıştı. İlk kurşunda kaçacak yer arayan cinsinden bir halk yoktu artık Türkiye’de. Belki henüz tamamlanamamıştı ama halkın uyanışı başlamıştı.
İşte mücadelenin keskinleştiği 1960’ların ikinci yarısından itibaren sosyalistler, devrimciler, ilericiler içinde de bir ayrışma başladı. Kimileri devletin bu baskı ve katliamları karşısında yavaş yavaş tedrici örgütlenmeye devam etmek gerektiğini, yasalara bağlılıktan vazgeçilmemesi gerektiğini söyleyerek, sakin olunmasını istiyorlardı. Devletin ve onun faşist işbirlikçilerinin şiddetine yasalar içinde kalarak karşılık verilmesini öneriyorlardı. Bu tavra sosyolojik bir analizi de gerekçe gösteriyorlar ve “Türkiye’de işçi sınıfı henüz yeterince gelişmedi, işçi sınıfının gelişmesini bekleyelim” demeye getiriyorlardı. Kendilerine sosyalist devrimci diyorlar ama sosyalist mücadeleyi tam bir evrimci pasifizm olarak anlıyorlardı. Bunlar ağırlıkla tip içinde öbeklenmiş durumdaydılar.
Daha geniş kesimler ise “evet, Türkiye’de işçi sınıfı yeterince gelişip serpilmemiştir ama Türkiye’nin önce üzerindeki emperyalist boyunduruğu atması gerekir. Bu nedenle de ilk iş işbirlikçi komprador burjuvazi, toprak ağası egemenliğine son verip önce halkın devrimci demokratik iktidarını kurmaktır.” diyerek mücadelenin özünde bir iktidar mücadelesi olduğunu, dolayısıyla da işçi sınıfının gelişip serpilmesi gibi on yıllar alacak bir beklentiye göre hareket edilmeyeceğini söylüyorlardı. İhtiyaç: örgütlülüğün sıkılaştırılması, yani egemenlerin saldırılarına karşı halkın hem ideolojik hem siyasi hem de askeri bakımdan daha iyi örgütlenmesiydi. Ancak bu sayede saldırılardan korunabilir ve mevcut egemenleri devirecek bir siyasal stratejiyi hayata geçirilebilirdi. Kendilerini “milli demokratik devrimciler” olarak adlandıran bu kesim mücadelenin bu yeni evresinde eski örgütlülüklerin yetmeyeceğini, bu örgütlülüklerin egemenlerin saldırısına açık olduğunu görüyordu. Zaten yanılmadıkları da pek kısa bir sürede ortaya çıkacaktı. TİP’in parlamentoya girmesi engelleniyor, köylü ve memur sendikaları baskı altına alınıyor, DİSK’in örgütlenmesini engellemek için her türlü yasal yasadışı önleme başvuruluyordu. Üniversitelerde bir yandan sivil faşist çeteler devlet eliyle örgütlenirken bunun olamadığı yerlerde gün geçmiyordu ki polis saldırısı olmasın, jandarma baskını olmasın. 12 Mart’a çok az kalmıştı.
12 Mart: ve mahir, ve ibo, ve deniz…
Ortaokul-lise münazaralarının konularından biridir: “tarihi kahramanlar mı yapar, yoksa tarih mi kahramanları yapar?”: Deniz parlak bir hukuk fakültesi öğrencisiydi, hem de gözüpek ve atak. Keza İbo da öyle. Çapa Eğitim Fakültesi’nde doymayan merakı ve zekasıyla hatırlıyor arkadaşları. Ya Mahir? Yaş olarak biraz daha büyüktü İbo ve Deniz’den. SBF’yi bitirip eğitimine bir süre de Fransa’da devam ettiğini biliyoruz. Üniversite eğitiminin bugüne göre çok daha değerli olduğu yıllardı.
İşte üniversite öğrenci hareketinden gelme bu üç genç, Türkiye halklarının bu üç medarı iftiharı “en sekmez lüverin namlusundan fırlayarak” öne çıktılar bu yıllarda. Dönemi ve bu dönemde kendisine biçilen sömürü/baskı elbisesini parçalamaya çabalayan Türkiye halklarının ihtiyaçlarını öz olarak doğru okuyorlardı. Çizdikleri devrim stratejisi, bu stratejide işçi sınıfına hak ettiği yerin verilmediği vb. üzerine tartışmalar yapılabilir. Yaklaşımları genel olarak çok naif bulunabilir; bugünün dünyasından bakılarak siyasal stratejilerinde, örgütlenme biçimlerinde vb. yanlışlar, eksikler bulunabilir. Ama bu üç genç (kuşkusuz onlarda sembolleşen tüm arkadaşları) Türkiye halklarına bu güne değin değerinden zerre yitirmeyen bir armağan verdiler: Türkiye’nin sosyolojisi şu olabilir, bu olabilir. İşçi sınıfı şu kadar gelişmiştir veya bu kadar gelişmiştir, Türkiye’de feodalizm olmuştur ya da ATÜT olmuştur, köylülük şu olmuştur bu olmuştur, Türkiye kapitalizmi dünyayla şu kadar bütünleşmiştir veya bu kadar bütünleşmiştir. Her ne olursa olsun aslolan doğruları ve gerçekleri korkusuzca haykırmak, ve her koşulda bunun örgütlü kavgasını egemenlere ve onların devletine karşı (hayali düşmanlara ya da gölgelere karşı değil!) verebilmektir.
Evet, 12 Mart gelmişti. Türkiye’nin egemenleri hak ve hukuk arayan Türkiye halklarının üzerine devletin tüm polisiye-askeri gücüyle çullanıyordu. İşçi önderleri, aydınlar, bilinçli köylüler, ilerici öğrenciler birer birer tutuklanıyor kışlalara dolduruluyordu. Baskı ve işkenceden göz gözü görmüyordu. Halk kaçınılmaz olarak sinmişti. Bir yandan da düşmanlarının devasa örgütlülüğü (tüm devlet örgütleri) karşısında kendisinin örgütsel olarak ne denli aciz olduğunu görüyordu. Evet 60’lı yıllar boyunca halk ciddi bir bilinç ve mücadele birikimi edinmişti. Ama bu birikimin örgütlülüklerinin kapısına birer birer kilit vuruluyor, önderleri birer birer tutuklanıyordu. Tip kapatılmış, disk 15-16 Haziran işçi direnişinin ardından susturulmuştu. Gazetelerin dergilerin çıkmasına izin verilmiyordu. Hatta gazeteciler, romancılar, sanatçılar dahi tutuklanıyordu.
İşte tam da bu dönemde Türkiye halklarının aydınlık yüzü devrimci üniversite öğrencileri, benzeri dünya deneyimlerinden de esinlenerek mücadeleye devam kararı aldılar. Evet koşullar değişmiş ağırlaşmıştı. Ama bu zaten beklenmeyen bir durum değildi. Gerçi o günlerde 27 Mayıs 1960’ın olumlu hatırasından ve ordu içindeki ilerici subaylardan etkilenen devrimci öğrenciler ilk anda bir tereddüt yaşamadılar değil. Ama tereddüt bir an sürmüştü. Yeni koşullara uygun mücadele araçları
yla yola devam edilmeliydi. Mücadele yeni bir safhaya ulaşmıştı; devlet tüm örgütlü askeri gücünü seferber ediyordu, öyleyse devrimciler de devlete gereken cevabı vermeli, halkın acz içinde olmadığını göstermeliydiler. Kendi partilerinin, cephelerinin, halk ordularının kuruluş bildirgeleriyle tok bir cevap verdiler 12 Mart’a.
Evet artık bir toplumsal mücadele birikimi vardı, Türkiye 1960’lar öncesinin Türkiye’si değildi. Halkın bilinç ve örgütlenme düzeyi henüz bu partileri cepheleri, bu orduları kendi ayakları üzerinde dik tutacak düzeyde değildi. Ama verilecek cevabın şekli şemali belli olmuştu. Türkiye halkları da egemenlere karşı verecekleri mücadeleye artık kendi siyasal partileriyle, cepheleriyle ve kendi ordularıyla girmeliydi. Halka bu mücadelede önderlik edecekler halkın partisini, cephesini, ordusunu kurarken kendilerini, kendi yasalarını dahi tanımayan T.C.’nin yasalarıyla kısıtlamamalıydı. Sadece ve sadece emeğin, özgürlüğün ve büyük insanlığın yasalarının emirlerine uyacaktı bu partiler, bu cepheler, bu ordular. Hızla halkın bağrına, köylere ve dağlara yöneldiler.
Önce Denizler yakalandı. Ardından Mahir ve dokuz arkadaşı Kızıldere’de katledildi. İbo henüz T.C’nin yörüngesinde siyasetçilik oynayanların ipliğini pazara çıkarıp onlardan tam olarak kopmamıştı. Ve Deniz’ler idamla yargılanmaya başladılar, ve tabii ki idama mahkum edildiler. Bu mahkumiyete Mahir ve arkadaşlarının cevabı askeri cezaevinden firar etmek oldu. Firarın ardından THKP-C’liler ve iki THKO kurucusu hep birlikte Karadeniz dağlarına çevirdiler rotayı. Ne yapıp edecekler Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un idamına mani olacaklardı. (idam edileceklerin THKO, idama canı pahasına engel olmaya çalışanların THKP-C kurucuları, yani bir başka örgütün mensupları olduğuna, buradaki büyük değere dikkatinizi çekerim!) T.C Mahirleri Kızıldere’de kıstırdı. Teslim olun çağrısına Mahir’in verdiği cevap tok ve uzlaşmazdı. Bir köy evinde mevzilenmiş 12 devrimci gencin üzerine havan topu ve ağır silahlarla (yanlış okumadınız havan topu!) saldırdılar. Sonuç tam bir katliamdı. Bir süre sonra Denizler asıldı. İbo, Dersim dağlarında yaktığı ateşten bir yıl sonra yine Dersim dağlarında yakalandı. Ayakları buz tutmuş halde yapılan sorgusunda verdiği cevaplar bir devrimcinin, bir komünistin devlet karşısında alması gereken tavrın en veciz belgesidir. Deniz’in kendi idam sehpasına çıkarken söyledikleri tüm Türkiye halklarına halen ışık tutacak niteliktedir. Mahir’in yazıları hala Türkiyeli devrimciler için kaynak niteliğini koruyor.
Bugünlerde burjuva ideolog ve sanatçılarının bir bölümünün özellikle Deniz Gezmiş’in şahsında bu gençlerin sembolize ettiği idealleri çarpıtmaya bu yolla da devrimci kişiliklerinin içini boşaltmaya çabaladıkları görülüyor. Hoşçakal Yarın filmiyle başlayan bu süreçte Deniz Gezmiş ve arkadaşları sanki sadece ABD’yi hedef alan T.C.’yle ve mevcut düzenle hiçbir sorunu olmayan uysal gençler gibi gösterilmeye çalışılıyor. Bu sayede Deniz’i uysal bir ticari metaya dönüştürmeye, tişört resmi haline getirmeye çalışıyorlar. Unutulmasın idam sehpasında sadece “kahrolsun ABD emperyalizmi” demedi, “yaşasın Türk ve Kürt halkları, kahrolsun faşizm” de dedi. Kuşkusuz bu medyatik uysallaştırma kampanyasının arkasında halkın deniz’e sevgi ve saygısından yararlanarak “bakın onlar ne tatlı ne uysaldı, oysa bugünküler terörist” yargısına basamak haline getirmek kaygısı var. hiç çekinmeden ifade etmeliyiz, bugünkü Türkiyeli devrimcilerin (Türk, Kürt, Alevi, Sünni vb…) tamamı Denizlerin, Mahirlerin, İboların devamı, bir biçimde onların izleyicisidirler. Devrim ve devrimcilik fikrini bu topraklara tohum olup eken, filiz verip fidanlaştıranlar onlardır. Bütün bu 60’lı yılların mücadelesi ve 12 Mart sürecinin ertesinde bakıldığında değişmeyen ve değerinden yitirmeyen şeyin bu olduğu bütün vicdan sahibi insanlar tarafından görülüyor: Devrimcilik.
Eğer bu ülkede baskı ve sömürü çarkını kırmak, bu ülkenin halklarına emekten ve hürriyetten libaslar dikmek isteyenler varsa bilmelidirler ki ülkedeki sömürü çarkının tepesine oturanların iktidarını alaşağı etmeden bu halk adına hiçbir kalıcı sonuç alınamaz. Bu egemenleri, bu egemenlerin bekçisi T.C. devletini ve onların yabancı işbirlikçilerini cepheden karşısına alamayan, kendini salt T.C.’nin yasalarına göre şekillendiren hiçbir siyasal örgüt ve stratejinin Türkiye halklarına baskıdan ve sömürüden temizlenmiş bir gelecek armağan etme şansı yoktur. Bilinmelidir ki egemenler kendi iktidarları tehdit edildiğinde hiçbir insanlık yasasını hatta kendi baskıcı yasalarını dahi tanımayacak her türlü yasadışı, insanlık dışı araçla devrimcilerin ve ilerici halkın üzerine saldıracaktır. Devrimciler, kendilerinden ve halktan başka hiçbir şeye hiçbir makama güvenemez. Devrimciler emekçi halkın ve büyük insanlığın yasalarından başka, emeğin ve özgürlüğün yasalarından başka hiçbir yasayla kendilerini bağlamamalıdırlar.
Kızıldere katliamı bunun somut tarihsel belgesidir. Kızıldere 35 yıl sonra hala tarihsel acımız, kinimiz ve değerinden yitirmeyen dersimizdir.
Onların, direnen ve mücadele eden devrimciler, işçiler, yoksullar, ezilenler tarafından hala haykırılan sloganlarıyla bitirelim.
TEK YOL DEVRİM
YAŞASIN TÜRK VE KÜRT HALKLARININ KARDEŞLİĞİ
BİRLİK MÜCADELE ZAFER, ZAFER, ZAFER…
Anıları önünde saygıyla, hasretle ve devrimci bağlılıkla eğiliyoruz.
Dr.ahmet.tellioglu@gmail.com