Sömürgeciliğin her yeni düzenlemesi, sömürge ülkede belirli bir politik zafiyetin yaratılmasına ihtiyaç duyuyor. Bu zayıflık eski sömürgecilik döneminde açık işgalle sağlanırdı. Yeni sömürgecilik çağında işler biraz değişti. Bu çağda emperyalistlerin sömürgelerinde ihtiyaç duyduğu politik zafiyet, yeni sömürge ülkenin iyiden iyiye nufuz edilmiş olan iç yapısındaki çelişkilerden türetiliyor genellikle. Devir “gizli işgal” devri. İç savaşlar, darbeler, […]
Sömürgeciliğin her yeni düzenlemesi, sömürge ülkede belirli bir politik zafiyetin yaratılmasına ihtiyaç duyuyor. Bu zayıflık eski sömürgecilik döneminde açık işgalle sağlanırdı. Yeni sömürgecilik çağında işler biraz değişti. Bu çağda emperyalistlerin sömürgelerinde ihtiyaç duyduğu politik zafiyet, yeni sömürge ülkenin iyiden iyiye nufuz edilmiş olan iç yapısındaki çelişkilerden türetiliyor genellikle. Devir “gizli işgal” devri. İç savaşlar, darbeler, sınır anlaşmazlıkları… Yeni sömürge ülkelerin “sömürge tipi kapitalizmi” ülke sınırlarının içinde de çevresinde de sürekli bir gerilim yaratıyor, bu ülkelerin gündemini sürekli bir ulusal ve uluslararası politik kriz ortamı belirliyor.
Türkiye’nin bu gerilimlerden türetilmiş çok sayıda krizli sorunu var. İçerde Alevilere karşı kışkırtılan dinsel bağnazlık, Kürtlere karşı uygulanan ırkçı aşağılama politikaları, emperyalistlerin üzerinde at oynattıkları krizleri yaratmak için çok elverişli olanaklar sunuyor. Dışarıda zaten “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok!”. Bütün komşularımızla bir sorunumuz var; Yunanlılarla, Suriyelilerle, Ermenilerle, Bulgarlarla, Kıbrıs Rumlarıyla…
AB ile bütünleşme sürecine sürülen “uygarlık, refah, demokrasi” projesi cilası çoktan döküldü. Bu sürecin Türkiye’ye ilişkin neo-liberal yeni sömürgecilik politikalarının ABD-İngiltere-Fransa-Almanya dörtgeninin mutabakatıyla ilerleyen tezgahı olduğu artık biliniyor. Eh ona da bir “politik kriz” manivelası lazım. Bunlardan şu sıralarda öne çıkanı ben diyeyim 51 yıldır, siz deyin 32 yıldır süregelen Kıbrıs sorunu.
Türkiye sosyalistleri şimdiye kadar 1950’li yılların sloganını tekrarlamaktan başka bir şey yapamadılar: “Bütün emperyalist ve hegemonyacı güçler dışarı; Kıbrıs Kıbrıslılarındır”. Bu slogan o zaman gerçekten de güçlü bir ilerici politik anlamı ve toplumsal temeli olan bir slogandı. İngiltere ve ABD, Kıbrıs’ta toplumlar arasında çatışma yaratarak, Kıbrıs’taki anti-sömürgeci motivasyonun sosyalizme yönelmesini engellemeye çalışıyorlardı. Henüz Kıbrıs Rumları ve Türkleri birbirlerini ne politik olarak ne de toplumsal olarak “ötekileştirmişti”. Aksine örneğin Kıbrıs Komünist Partisi’nin üyelerinin etnik dağılımı, Kıbrıs toplumunun etnik dağılımına denkti. Bu yüzden, “bütün emperyalist ve hegemonyacı güçler dışarı” denildiğinde, bu “bağımsız, demokratik, birleşik bir Kıbrıs istiyoruz” anlamına geliyordu. “Kıbrıs Kıbrıslılarındır”, ise “dışardan karışılmazsa Kıbrıslı barış içinde birlikte yaşayabilir” anlamına geliyordu. Oysa bugün artık bu sloganlarla tanımlanan değişimler aynı sonuçları yaratma gücünde değil.
Uzun uzun tarih anlatmaya gerek yok. “Kıbrıs sorunu” adı verilen şeyin bir yüzünde sömürgeci, hegemonyacı büyük devlet politikaları var, diğer yüzünde ise Ada halkının kışkırtılmış milliyetçilikleri.
Yüz yıl önce birbirlerine kız alıp verebilen Rumlar’la Türkler, 1955’ten 1974’e yirmi yıldan az bir süre içinde, birbirlerine güvenemeyen, kendilerini birbirlerine karşı tedbirli olmak zorunda hisseden iki topluma dönüştürüldü. 1974’te Kıbrıs’ı Yunanistan’la birleştirmeyi amaçlayan Sampson darbesiyle bu gerilim doruk noktasına yükseldi. Türkiye, “iki toplum arasındaki barışı koruma” iddiasıyla adaya girdi ve bunu iki toplumu coğrafi olarak birbirinden ayırarak sağladı.
Yüzlerce yıldır birlikte yaşayan iki halkın birbirinden ayrılması o kadar kolay değil. Ancak büyük göçlerle mümkün ve “göç etmek” zor iş. Yaşamınız boyunca biriktirdiğiniz ve geçmiş kuşaklardan devraldığınız hemen hemen ne varsa bırakıp gitmek var işin ucunda.
1974’te onbinlerce Kıbrıslı Rum ve Türk evini, barkını, üzerinde yaşadığı toprakları ve birlikte yaşadığı insanları bırakıp kuzeyden güneye ve güneyden kuzeye göç etti. Elbette Türkiye’nin Girne’den başlayıp Lefkoşa’nın ortasına kadar olan bölgeyi işgal etmesi bu göçün zorlayıcı bir unsuru. Ama ne 1919’da Yunanlılar Ege’yi işgal ettiklerinde Ege’de yerleşik Türkler Anadolu içlerine gitmişti, ne de Yunan ordusu Anadolu topraklarını terk ettiğinde Ege Rumları’nın hepsini yanında götürmüştü. Bir toprağın “yerlisi”nin o toprağı bırakıp gitmesi için çoğu zaman işgalden daha fazlası, “mübadele” ya da “tehcir” gibi planlanmış bir “temizlik hareketi” gerekir.
Kıbrıslıların 1974 işgalinin ardından çok kısa bir süre içinde, açık bir tehcir veya mübadele anlaşması olmaksızın ayrışmış olması, 20 yıllık milliyetçi kışkırtma politikasının Türk ve Rum toplumlarında istediği sonucu verdiğini gösteriyor. Yani ada halkının yeniden tek bir toplumsal doku oluşturabilmesi için 1955’ten bu yana yaşadıklarını unutturacak yeni bir siyasal-toplumsal deneyimin yaşanması gerekiyor.
Yani, 1950’li yılların sosyalistlerinin dedikleri gibi “Kıbrıs Kıbrıslılarındır” demekle yetindiğimizde, Kıbrıs’ın Rumları ve Türkleri’nin Kıbrıs’ı “öteki”nin elinden alma duygusunu ihmal etmiş oluyoruz.
Kıbrıslılar artık birbirleriyle barışık değil. 1974’ten bugüne uzanan süreç de, bu “kavgalılık” durumunu derinleştirdikçe derinleştirdi. “Kavga nedenleri” çoğaldıkça çoğaldı. Bunu yalnızca Türkiye’nin Kıbrıs’taki askeri varlığına, Kıbrıs Türk Yönetimi’nin milliyetçi-militarist çizgisine ve adaya sonradan yerleştirilen Türklerin yarattığı haklı hoşnutsuzluklara bağlamak da doğru değil.
Diğer tarafta, Kıbrıs Cumhuriyetinin Rum yönetimi de Rum toplumunun çoğunluğu da işgalden Kıbrıs Türklerini sorumlu tutan yaklaşımını değiştirmiş, EOKA’nın saldırgan milliyetçiliğinin, Kıbrıs kilisesinin yaydığı bağnazlığın iki toplumun birlikte yaşamasını güçleştiren yönlerinin bir eleştirisini gündemine almış değil.
Elbette, bütün yabancı güçler adadan çekilmeli ve Kıbrıs’ın geleceği Kıbrıslılara bırakılmalıdır. Ama bunun Kıbrısları birbirine kırdıracak, yeni bir iç savaş ve kaos sürecini ateşleyecek bir “serbestlik” olması da savunulabilecek birşey değildir. Yabancı güçler Kıbrıs’tan çekilirken, bütün Kıbrıslıların birbirleriyle hak eşitliği içinde ilişki kuracağı bir siyasi alt yapının kurulması zorunludur.
Ancak bu koşullar öyle “atla deve” şeyler de değildir. “Yerli” halkların bir özelliği de en kötü koşullarda dahi kendilerinden kat kat üstün “saldırganlar”la baş etme yetenekleridir.
Türkiye’yi yönetenlere sorulması gereken asıl soru buradadır: 1974’te Kıbrıslı Türkler, 1878’de ada İngiltere’ye devredilirken olduğu gibi ada nufusunun %18’ini değil üçte birini oluşturuyordu. 32 yıldır, ada nufusunun üçte birini oluşturan Kıbrıslı Türklere kendi güvenliklerini kendilerinin sağlayabileceği koşullar niçin sağlanmamıştır? Kıbrıslı Türkler niçin TSK’nın adayı terketmesi halinde kendi güvenliklerini sağlayabilme endişesi taşımaktadırlar? Yoksa Türkiye’yi yönetenler, Kıbrıslı Türklerin zayıflığında fayda mı görmektedirler?
Peki Kıbrıs Türkleri’nin siyasi liderleri, bu zayıflıklarının üzerine gitmek için niçin somut politikalar üretmezler.
Bu açmazın temeli yoksa her iki yönetici sınıfın karakterinde mi aranmalıdır?